
Raydan Çıkmak / Zerrin OKTAY yazdı
Beşiktaş’taydım. Akbil kuyruğunda sıramı bekliyordum. Nedense o gün hem bilet gişelerinde hem de Akbil gişelerinde uzun kuyruklar vardı. Son zamanlarda kuyrukları sever oldum. Bende nostaljik duygular uyandırıyorlar. Hey gidi eski günler. Sana yağı kuyrukları, tüp kuyrukları, ramazanda pide kuyrukları (onlar belki hala vardır), ama eminim ki artık bayramlarda el öpme kuyrukları olmuyordur. Çocukken tüm kardeş, kuzen ve komşu çocukları kuyruk olur, büyüklerin ellerini öperdik. Bense bundan nefret ederdim. “O kim ki ben onun elini öpüyorum” derdim. Altı üstü benden önce dünyaya gelmiş, bunu da sanki kendi marifetiymiş gibi uzatıp elini öptüren insanlara sinir oluyordum. Ben kimdim acaba, şimdi kimim, bilen var mı?
İki küçük adım attım. Önümde galiba yedi kişi kalmıştı. Kuyruk çabuk ilerliyordu. Eğer şu ilerideki genç kadınla arkasındaki delikanlı beraberlerse, o zaman altı kişi kalmış demekti. Arkamda saçları kırlaşmaya yüz tutmuş bir kadın vardı. Arkamda demeye tanık lazım. Neredeyse önüme geçecekti. Sıra adabı bilmiyordu anlaşılan. Hiç merak etmesin, ben sıramı kaybetmem. Önümdeki tombul kadını iyice inceledim. Lacivert pardösüsü, gri eşarbı ve şekerpare gibi tatlı bir yüzü vardı. Durmadan etrafına bakıyordu. Onun önünde açık renk montlu bir adam vardı. Şekerpare durup durup soran gözlerle insanlara bakıyordu. Kimsede tepki yok. Bana bakmasın diye ben hiç ondan yana çevirmiyordum bakışlarımı. Neden?
En sonunda şekerpare yüzlü kadın sormaya başladı.
“Ben emekliler için bilet alacağım. Bu gişe bilet satıyor, değil mi?”
Öndeki bej montlu adam yüzünü yarı arkaya dönerek bir şeyler geveledi. Ben susup dinledim. Şekerpare sormaya devam etti.
“Bu kuyruk emekliler için bilet kuyruğu, değil mi?”
Adam yine cevap verdi.
“Hayır teyze, burası Akbil kuyruğu.”
“Ama emekliler için bilet de satıyorlar değil mi?”
“Olmaz öyle şey. Dedim ya, burası Akbil kuyruğu.”
“Ben emekliyim evladım. İndirimli biletlerden alacaktım.”
Adam sinirlenerek Şekerpare’ye döndü. Cebinden çıkarttığı Akbil’i gösterdi.
“Bu var ya, bu elimdeki? İşte bu kuyruk bunun kuyruğu. Sen bilet alacaksın ama burası Akbil kuyruğu.”
O sırada arkamdaki ısrarcı kadın da konuya katıldı.
“Yanlış kuyruktasın. Burası Akbil doldurmak isteyenlerin kuyruğu.”
Şekerpare saldırgan çıkışlardan ürkerek sesini alçalttı.
“Ben öyleyse niye bu kuyrukta bekliyorum?”
Arkamdaki kadınla öndeki bej montlu adam artık aynı anda konuşuyorlardı. Ne dedikleri pek anlaşılmıyordu. Adam elindeki Akbil’i kadıncağızın gözüne sokacaktı neredeyse. Aletin nasıl çalıştığını, ne şekilde doldurulduğunu ve hangi tip otobüslerde, nasıl kullanıldığını anlatıyordu. Arkamdaki de sürekli az önceki cümlesini tekrarlıyordu. Sanki bej montlu adama fonda vokal yapar gibiydi. Şekerpare iyiden iyiye umutsuzluğa kapıldı. Hiç susmadan solo soprano aynı sorusunu yineliyordu.
“Ben öyleyse niye bu kuyrukta bekliyorum?”
Ağlamak üzereydi. Gözleri bana kaydı. Artık yüzümü kaçıramazdım.
“İlerideki gişeye gitmelisiniz.”
Şekerpare uzanıp ileriye baktı. İşaret ettiğim diğer gişeyi gördü. Teşekkür edip kuyruktan çıktı ve bilet satan o gişeye doğru ilerledi. O gözden kaybolduğu sırada ben de Akbil’imi doldurmuş olarak otobüse koşturdum.
Neyse ki son anda yakaladım. Az daha hareket etmek üzereydi. En önde, şoförün arkasında oturacak yer bile buldum. Yanımdaki delikanlının kulağında walkman vardı. Cızırtıları bana kadar geliyordu. Otobüs tam kapılarını kapatmak üzereyken bir adam ön kapının basamağına çıktı ve bileti olmadığını açıkladı.
“Son durakta ineceğim. Hani, indiğimde alıp atsam biletimi diyorum…”
“Olmaz efendim. Burası da ana durak. Biletini alıp gelseydin.”
“Ama o zaman otobüsü kaçırırım.”
“Olsun efendim. Sonraki otobüsle gidersin.”
“Ama bir saatten önce gelmez ki öteki otobüs?”
“Gelir efendim. On dakikada bir otobüs var. Haydi işine efendim.”
Şoför affetmedi. Yan gözle bilet gişesine baktım. Şekerpare biletini alıp çoktan gitmişti. Yine de upuzun bir kuyruk vardı.
Bileti olmayan adam otobüsten inip de gişeye doğru giderken şoför de arkasından söylenmeye başladı.
“Salak herif. Salak! O kadar konuşacağına gidip alsaydı biletini yetişirdi. Salak işte ne olacak.”
Birkaç kadın daha belirdi kapıda. İlk binen bir tomar bilet attı kutuya. Beş, altı yaşlı kadın sırayla geçtiler şoförün yanından. Şoför şimdi de bu kadınlara sataşmaya başladı.
“Ne bileyim hepinizin bileti tam mı? Heyyy! Hanım, hanım. Kaç bilet attın? Var mı öyle yağma? Terbiyesiz bunlar. Yaşınızdan utanın!”
Şoför iyiden iyiye ölçüyü aştı. Yanımdaki delikanlının umurunda bile değil. O walkman dinliyordu. Ben de öyle mi yapsaydım acaba? Walkman dinleyip güneş gözlüğü taksaydım. Kimseyi görmez, duymazdım. Belki de bu gençler en iyisini yapıyorlar. Kim bilir? Hıh, tamam işte. Adamcağız biletini almış, o da yetişti. Anlaşılan, ona kuyrukta daha hoşgörülü davranan insanlara denk gelmişti. Neyse, biletini kutuya attı ve arka tarafa ilerledi.
Otobüsümüz hareket etti. İki durak gittik gitmedik, benim yanımdaki delikanlı kalktı. Ön kapının yanında dikilmeye başladı. Tam durağa geldiğimiz sırada şoförden izin istedi. Aslında ben ne dediğini duymadım ama şoförün cevabına göre öyle yapmış olmalı.
“Gençliğinden utan. Biz de gençlere güveniriz. Hepsi senin gibi olsalar işimiz var. Geçsene oğlum arka kapıya?
“Şey, orası çok sıkışık da…”
“Sıkışık mıkışık. Ön kapıdan inemezsin. Haydi bakalım, haydi!”
Delikanlı arka kapıya yürüdü. O sırada ön kapıdan çok ihtiyar bir adam bindi. Ben de pencere kenarına kaydım. Yanıma oturdu. Elinde bir değnek vardı. Ellerinin üstündeki deriler incele incele neredeyse şeffaflaşmıştı. Yeşil mavi damarlar dünyanın en gelişmiş demir yolu şebekesini oluşturuyordu sanki. Kendi ellerime baktım. Benim de derim incedir. Benim damarlarım da hiç fena sayılmaz. Acaba o da benim ellerimi seyrediyor mudur?
Şoför sustu sonunda. Zannedersem oruç tutuyordu. Doğrusu çok sevap işledi son on dakikadır. Acaba yanıma oturan dede kaç yaşındaydı? Kesinlikle seksenin üstündeydi. Acaba… Acaba onun yerinde olmak nasıl bir duyguydu? Yine şekerpare geldi aklıma.
“Ben öyleyse niye bu kuyrukta bekliyorum?”
Bu çok önemli bir soru aslında. Tam olarak şu mesajı veriyor: Bu kuyruk yanlış olabilir. Bu herkese son derece kolay geliyor. Ama neden ben anlayamıyorum? Evet. Bir tür kopuş bu zannedersem. Bazı şeyleri artık anlayamamak… Dünyaya hakim olan sistem belli bir ivmeyle, önce çok iyi bilindiği sanılan, ama zamanla artık pek de öyle kolay kolay bilinemeyeceği anlaşılan bir yöne doğru hızla ilerliyor. Acaba yanımdaki dede bu konularda nasıl bir görüşe sahiptir? Yavaş yavaş sistemin raylarından çıkmak ve bu çıkışı hem fark edebilmek hem de nedenini ve bu noktaya nasıl, ne zaman vardığını bilememek.
Gençlerin sağduyularına bir virüs gibi çöreklenmiş olan ‘Adam sen de’cilik acaba aslında sistemin doğru rotası gereği midir? Sistem kendine uymayanları yol üstünde bir yerlere püskürtüp dağıtıyor olmalı. Evet, kesinlikle dağıtıp yok etmeli yoksa ayrı sistemler doğar. Neler saçmalıyorum? Yoksa ben de o anlam veremediğim internet-kafeler yüzünden sistemin artık püskürteceği tortulardan mı oldum? Neden anlayamıyorum internet-kafeleri? Ne diye bana hep telefon sapıklığının yazılı türü gibi geliyor? Eskiden söylemek istediği şeyleri muhatabına söyleyemeyip de ona mektup yazan tipler vardı. Bizler bu tipler için özgüven yoksunu derdik. Şimdi internet-kafelerde insanlar birbirleriyle rumuzlar vasıtasıyla sosyalleşiyormuş. İşin en garip yanı ise, bu internet-kafelerin çoğunlukla 24 saat açık olduğuymuş ve daha ağlanacak olan şey ne, biliyor musunuz? Yalnızca sabahları saat beş ile on arasında biraz tenhalaşıyormuş da günün geri kalan zamanı arı kovanı gibi işliyormuş bu sosyal-kafeler.
Gençlerimiz toplu halde sapkınlık hastalığına mı yakalandı? Yoksa bu artık sapkınlık filan değil de bana mı öyle geliyor? Tekrar ellerime bakıyorum. Benim damarlarım da hiç fena sayılmaz. Dedenin damarları gibi görkemli değiller ama olsun. Acaba dede benim yerimde olmak ister miydi? Eskiden yaşlıların hep genç olmak istediklerini sanırdım. Galiba genelleme yapmakta acele etmişim. Ben yaşlanınca genç olmak isteyeceğimden o kadar emin değilim artık. Daha yakına kadar gençleri çok iyi anladığımı, onların dünyasında yaşadığımı düşünürdüm. Bugün bana bir şeyler oluyor.
“Ben öyleyse niye bu kuyrukta bekliyorum?”
O kadıncağız, şekerpare, belki de otobüslerdeki o eski biletçileri özlüyordur. Belki de kadınların ayrı, erkeklerin ayrı kompartımanlarda oturtuldukları o eski İstanbul tramvaylarını. Belki de kendisine bir hanımefendi olduğunu hatırlatan zamanları, azarlamadan yapılan açıklamaları, kendisinden kaçırılmayan bakışları arıyordur.
Beni de kolayca püskürtüp atacak sanırım bu sistem. Dün cep telefonlarının cır cır öten seslerine tepki göstermiştim. Tabii ki lokantalarda, toplu taşıtlarda, parklarda, kumsalda, ve hatta kırlarda yüksek sesle yapılan cep telekomünikasyonlarına da. Bugün internet-kafeler, atari salonları… Yarın neler getirecek, bilemiyorum. Ama yine de bana bu dünyaya ait olduğumu hissettiren şeyler var. Ağaçlar, kuşlar, yıldızlar, bulutlar… Evet, bu saydıklarımı sistem hala tümden yok edemedi. Kuşlar hala dallarına konacak ağaçlar bulabiliyor ve ağaçlar hala baharda çiçekler açıyor. Bulutlar hala bembeyaz ve yıldızlar hala neon ışıklarına tümden yenilmediler. Hala bir iki yıldız sayabiliyorum gökyüzünde. Kayıpları anmak istemiyorum. Örneğin geçende bir arkadaşım şehir dışına çıktığı bir sırada gökkuşağını görmüş. Kim bilir kaç yıl oldu gökkuşağını görmeyeli? Ama olsun, en azından bu şehirde değilse bile hala kendini gösterdiği yerler var demek ki.
Şimdi de aklıma şehir dışına kaçan entelektüel orta yaşlılar geldi. Acaba kaçışlarındaki asıl neden bu olabilir mi? Gittikleri yerlerde gökyüzünde milyonlarca yıldızı tek bir geceye, üstelik iki çift kirpik arasına sığdırabildiklerinden eminim. Yağmur sonrası gökkuşağının renklerine dalarken içlerine taze toprak kokusunu doldurabildiklerinden de hiç kuşkum yok. Çayırlara uzanıp çekirgeleri de dinleyebiliyorlardır. Böğürtlen toplayıp tavuk besleyebiliyorlar. Dolunayda gümüş tarlaların arasında yürüyebiliyorlar.
O günlerde Coca-cola dünyasından yeni bir haber geldi kulağıma. Ayda şöyle büyükçe bir Coca-cola reklamı yapılacakmış. Nasıl olacak bilmiyorum ama dünyadan rahatça okunabilecekmiş. Galiba sorun çıkmış da ertelenmiş. Belki de iptal olmuştur. Umarım iptal olmuştur. Ben dolunaya bakarken yüreğimin atışlarını duyuyor ve aydınlık yüzünde kendimi buluyorum. Ben dolunayda mutlu oluyorum. Başımı kaldırdığım zaman coca-cola reklamı görmek istemiyorum. Anlayamıyorum. Böyle bir şeyi nasıl düşünebilirler! Sistemin insanı böyle düşünebiliyorsa, ben gerçekten de çok yakında püskürtülürüm her halde.
Artık inme vakti geldi. Kalktım. Dede oturduğu yerde yan dönüp bana geçecek yer açtı. Ona sarılmak geldi içimden, sımsıkı kucaklamak. O benden daha önde. Daha önce kurtulacak, sistem boşluğunda dolanıp durmaktan. Evet, uzay boşluğu değil, dede, şekerpare ve artık yavaş yavaş benim gibileri püskürten sistem boşluğundan söz ediyorum. Ben daha uzun bir süre serseri mayın gibi dolaşabilirim bu gezegende. Ağaçlarıma kuşlar konduğu müddetçe buna dayanabilirim belki. Sabahları gözlerimi açtığım zaman bulutları görebildiğim müddetçe ve yıldızlar bana silik de olsa göz kırptığı müddetçe kalabilirim zannedersem. Sonra dedenin, şekerparenin yanına giderim sıram gelince. Ne ki aya elbise giydirirse sistem, o zaman dayanamam, bozarım sıranın düzenini, kuyruk adabını o anda unuturum. Hayır, bu zayıflık filan değil. “Her şeye rağmen” lafına da pek takılmam o zaman. Anlaşılabilir olduğunu bile bile anlayamamaya dayanamam bazı şeyleri.
Zerrin Oktay-Teletex News24
Average Rating