
SÜREKLİ ‘’SAVAŞ HALİ’’ REJİMİ!
Otoriter devletçilikle ifadesini bulan dönüşümler kitlelerin siyasi karar merkezlerinden hızla dışlanmasında, devletin toplumsal yaşamın bütününü istila ettiği bir anda devlet aygıtları ve yurttaşların ayrılmasında ve aralarında büyüyen mesafede, devletin erişilmemiş bir dereceye varan merkeziyetçiliğinde, çeşitli ‘’katılım’’ girişimleri aracılığıyla kitleleri zapturapta alma eğilimlerinde kısaca siyasi düzeneklerini arttıran otoriterlikle özetlenmektedir.
Bu otoriterlik yalnızca bürokratik idareyi ve onunda ötesinde devlet aygıtının tamamını ilgilendirmemekte, sadece örgütlü fiziki baskının artmasında da yatmamaktadır. Yeni iktidar tekniklerinin devreye sokulmasıyla iktidarın icra edildiği toplumsal yapıya yeni bir maddilik kazandırmayı hedefleyen bir dizi uygulamaların, kanalların, dayanakların düzenlemesiyle oluşturulmaktadır. Ancak ne emredici otoriter yönetim ne de tanımlandığı biçimiyle güdükleştirilmiş demokrasi siyasal zor yoluyla sürekli kılınabilir. Bunu sağlamak için güçlü bir depolitizasyon sürecine gerek duyulmaktadır. Bu sürecin işletilmesiyle birlikte seçimler basit bir onaylama mekanizmasına dönüşürken başarı ve başarısızlıklar bireysel yeteneklere indirgenir. Bu sınıf atlama umudunun köşeyi dönme ideolojisi ile birlikte sürekli olarak aşılanmasıyla birlikte gelişir.
Din, aile, ırk vb. kavramlar öne çıkarılarak insanları parti ve sınıf ilişkilerinin ötesinde salt sosyal ve ahlaki sorunlar çerçevesinde toplamaya çalışır. Tahrifatın, sahteliğin yaygınlaştığını ve bunların her türlü gündelik şeylerin üzerine sis gibi çöktüğünü ve en gereksiz şeylerin üretimine kadar bulaştığını gördük. İnsanlar ve doğal güçler üzerindeki teknik ve polisiye denetimin mutlak bir şekilde arzu edildiğini gördük. Devletlerin yalanı hakikatle ve gerçeğe benzerlikle ilişkisini unutturarak kendisi için geliştirdiğini gördük.
Yalanlar öyle bir ortam yaratır ki, bu ortamda herkesin yalan söylediği varsayılır. Hakikat şüpheli ve anlaşılmaz bir hale bürünür. Bugün gerçeklik denetim altında, sözel kargaşa ülkeye hükümdar olmuş, hakikat ile yanılsama iç, içe geçmiş durumda. Açığa çıkarılan yalanların karşısına hemen başka yalanlar çıkarılıyor. Akla uygun olan her şeyin karşısına hemen akıldışı olan çıkarılıyor, durmadan düşman çıkarılıyor ortaya, mevcut olmayan tehlikelere karşı sürekli savaş açılıyor, demagojiyi bir heyecan kasırgası seviyesinde tutmak için birbiri ardından hızla yeni tehlikeler icat ediliyor.
Bugün kaos kelimesinin bile açıklamakta yetersiz kaldığı bir ortam yaşanıyor. “Ya ben ya da kaos’’ diyenlerin denetimi büyük ölçüde kaybettikleri, kışkırtma, şiddet, savaş ve toplu yıkımın sarmalında sürükleniyoruz. Şiddet yöntemlerinin en kanlısını, en acımasızının ve körünün harekete geçeceği ortamı, parlamentoda çoğunluğu kaybetmeyi milletin ‘’kaosu’’ seçmesi olarak değerlendirenler hazırladı. Ortam hazırlanınca, gerisi çorap söküğü gibi gelir.
Tayyip Erdoğan’da gücünün farkındayken bir dirençle karşılaşmasına öfkelendiği kadar, ‘’milletinin’’ dışında tanımladığı halkın çıkardığı sorunlara da öfkeleniyor. Onun için, bir yandan yine fantastik düşman kuvvetler tarif etmeye çalışırken, bir yandan da halkın bu kısmını millet dışında saymaya, hatta onların millet olma durumunu şüpheli hale getirmeye devam ediyor. Bu millete karşı, ‘’asıl milletini’’ çıkarma ihtiyacı duyuyor. Buna yönelik şiddetli ve celâllenmeli davranışların ardında, işine kimseyi karıştırmak istemeyen iktidar olduğu kadar, esas olarak işine kimsenin karışmasını istemeyen bir kapitalist akıl duruyor.
Bu nedenle Erdoğan/AKP önce 2011 den itibaren Suriye’deki savaşın parçası olarak Haziran 2013 gezi isyanı sonrasında o zamana kadar ideolojik olarak etkisi altına alamadığı kesimlere yönelik baskı aygıtlarını devreye sokarak ve Haziran 2015 seçimleri sonrasında Kürt siyasetiyle köprüleri atarak, hem içeride hem de dışarıda sürekli savaş halini eklemiş bulunuyor. ‘’Savaş hali’’ bugün, Türkiye’de kurulmak istenen yeni rejimin sıkıştığı anda devreye soktuğu geçici bir tedbir olmanın ötesinde, iktidarın sürdürülebilmesinin ve varoluşunun temel koşulu haline gelmiştir.
Sürekli savaş hali rejimi!
Diğer bir deyişle ‘’savaş hali’’ yönetme araçlarından biriyken, zaman içinde zorunluluk haline getirilmiştir. ‘’Savaş halinin’’ bu şekilde sabitlenmesi tercih edilince diğer alternatifler geri dönülmez biçimde devre dışı bırakılmıştır. Bu sürecin başlangıcı emperyalist politikalarla uyum olarak ifadesini bulan Suriye savaşının içine dâhil olunmasıyla yakından ilgilidir. Suriye krizinin yarattığı toplumsal felaket hem savaşın bütün aktörlerini hem de onların siyasi hesaplarını Türkiye içine çekmiştir. Çıkılacak ve geriye çekilecek bir alan kalmadığı için çıkış stratejisi de yoktur.
Bu anafor içerisinde AKP/Erdoğan rejimi krizin ülkedeki iktidarı sarsacak olası en yakın tehlikeleri ortadan kaldırmaya ya da onun yaratacağı herhangi bir kısa vadeli siyasi fırsatı yakalamaya yönelik olarak elindeki tek silahı olan TSK’yı savaş sahasına sürmüştür. Dışarıda savaş halinde olunması elinde kalan son yönetim strateji seçeneğidir. Diğer yandan dışarıdaki savaş halinin içeriye yönelik işlevi de onun iktidarının pekişmesine katkıda bulunmasıdır. Görünen o ki Türkiye sınırları dışında olacak her savaşın artık bir ‘’iç savaş’’ olarak yaşanacağı, siyasetin ‘dost-düşman’ karşıtlığı etrafında katılaşarak ‘’ötekiyle’’ her tür karşılaşmayı siyasal varoluşa yönelik bir tehdit haline getireceği ve dolayısıyla da olağanüstü halin şiddetle donanmış egemenini göreve çağıracağı bir sürece doğru gidiyoruz.
Bu süreç siyaseti savaşa indirger ve her tür siyasal faaliyeti ‘’iç düşmanla’’ yürütülen savaşın birer uzantısı haline getirirken, siyasetçileri, yurttaşları, basını, yargıyı ve üniversiteleri hem devlet kurumları arasında, hem de devletle toplum arasında daha önce olmadık tarzda bir birliği hayata geçirmeye çağırıyor. Tam da bu nedenle her tür siyasal faaliyetin, fikir beyanının ve siyasal çatışmanın meşruiyetinin bu dost/düşman ayrımı etrafında kurulmasını bütün siyasal aktörlere dayatıyor.
AKP’nin iç politika stratejisi çerçevesinde ‘’savaş halinin’’ diğer seçenekleri ortadan kaldırmak suretiyle devamlılığını sağlama isteğinde ki en önemli dönemeç gezi isyanıdır. Gezi isyanı bugün için her ne kadar sönümlenmiş gözükse de AKP’nin ideolojik donanımının toplumun önemli bir kısmına işlemediğini gösteriyor ve bu haliyle AKP’yi kendi toplumsal tabanını korumaya ve onunla yarışabilir bir militanlık ve ortak kimlikle donatmaya zorluyordu. ‘’Savaş hali’’ hem gezi gibi eylemliliklerin yeniden ortaya çıkabileceği bütün alanları ortadan kaldırmak, hem de AKP seçmenlerinden sürekli hareket halindeki karşıt bir toplumsal dinamiği yaratabilmenin elde kalan tek aracı olarak ortaya çıktı ve yönetim stratejisi alanının tümüne nüfuz etmeye başladı.
İç politikada ikinci dönemeç Haziran seçimlerinden sonra ortaya çıkan tabloydu. Bu seçimlerden sonra HDP’ in meclise girmesi ve tek parti iktidarının ortadan kalkma tehlikesi AKP için Gezi den sonra yeni yaklaşımı çerçevesinde kendisi için engel haline gelmeye başlayan ‘’barış sürecinin’’ iyiden iyiye maliyetli olması anlamına geliyordu. Meşruiyeti daha baştan tartışmalı 16 Nisan referandumu AKP karşıtı önemli bir potansiyelin varlığını gösterdi. Onca baskı, şiddet yalan-dolana, tüm devlet imkânlarının evet lehine seferber edilmesine, son derecede eşitsiz koşullara rağmen “hayır” sandıkta değil, Yüksek Seçim Kurulunun mekânında hileyle yenildi. Böyle bir durumda toplumun yarısının reddettiği bir anayasanın, sorun yaratıcı olmaktan kurtulamayacağı açıktır. Toplumun yarısı, referandum sonuçları da dâhil olmak üzere AKP’nin temsil ettiği değerlerin hükümsüz olduğunu, eldeki kazanımların otoriter yaptırımlarla alınmaya izin vermeyeceğini göstermiştir.
Bu şartlar altında hem içeride, hem de dışarıda birbirini besleyen savaş hali sadece koşulların zorladığı bir zorunluluk olmak dışında aynı zamanda onun sabitliğini perçinleyen belirli işlevleri de yerine getiriyor. Öncelikle savaş hali AKP’nin toplumun bütününün çıkarlarını bir parti olarak seferber edebileceği diğer ideolojik araçlarını yitirdiği durumda toplum karşısına partiyi aşan ‘’parti/devlet’’ hüviyetinde çıkmasını zorunlu kılıyor. Her tür siyasal fikir ve yaşanan krize yönelik çözüm önerileri öncelikle ‘vatan hainliğinin’, dava düşmanlığının, dış mihrakların uzantısı olmanın ince terazisinde tartılarak dolaşıma sokulup ya da gayri meşru ilan edilerek siyasal alandan derhal men ediliyor.
Bu durum sadece siyasetin sonlanmasını ifade etmez. ‘’Hukuk devletindeki’’ yeri her zaman belirsiz olan olağanüstü hali ve savaşı istisnai bir durum olmaktan çıkararak güvenlik söylemini her alana genişletir ve eşitliğe ve özgürlüğe yönelik her türlü eylemi ve istemi güvenlik söyleminde boğan bir anti-siyaset pratiğini hayatın her alanında faaliyete geçirir. Türkiye siyasetinde bugün böyle bir durumun çokta uzağında olmadığımız görülüyor. Başkanlık rejiminin genel hatlarını belirleyen de zaten parti ile devlet arasında mesafenin daraltılmasından da öte gerçek bir bütünleşme sağlama, partinin geçmişini bugünkü yönelimlerini ve liderliğini ‘’devletleştirerek’’ kutsallaştırma ve dokunulmaz hale getirme hedefiyle çizilmiştir. Böyle bir hedef ancak savaş hali koşullarında gündeme getirilebilirdi zira AKP’nin başkanlık için elindeki tek araç ‘’devletin bekasıdır.’’ Bu açıdan ‘’savaş hali’’ AKP karşıtlığını devlet ve onun düşmanları çerçevesinde etkisizleştirme çabalarını besleyen bir işlev kazanmıştır. Diğer açıdan savaş hali sistem içi muhalefet unsurlarının ideolojik boşluğu doldurma çabalarının boşa çıkarılması nedeniyle de işlevseldir.
Sürekli ‘’savaş hali’’ krizlerin ve çelişkilerin de nedenidir!
‘’Savaş hali’’ bütün bir devlet alanının, özellikle de güvenlik aygıtlarının bununla uyumlu çalışacak şekilde dizayn edilmesini gerektirir. ‘’Savaş halinin’’ bir iktidar dayanağı haline geldiği bir ülkede ordu ile yürütme gücü arasında boşluk bırakmayan bir uyumdan öte bütünleşmenin ortaya çıkması doğal bir durum haline gelir ve bundan her sapma bir kriz ortamı yaratır. 15 Temmuz’daki darbe girişiminin bertaraf edilmesi ve arkasından gelen tasfiyeler sabitleşen savaş haline uyumlu bir askeri yapının oluşturulabilmesini hiç değilse olanaklı kılmıştır. Darbe girişimi sonrası dönemde Suriye’de girişilen Fırat kalkanı harekâtı böyle bir yapılaşmanın sınandığı ve inşa edilmeye çalışıldığı bir süreç olarak değerlendirilebilir. Ancak savaş halinin sabit bir dayanak haline geldiği rejimlerde ordu ve siyasal iktidar arasında bırakalım ihtilafı, kurumsal anlamda ayrılık görüntüsü oluşturan her türlü olayın bir alarm durumu yaratması beklenir bir durumdur. Güvenlik aygıtları içerisindeki en ufak bir sapmanın alarm durumu yaratması normaldir.
Bütün devlet aygıtlarına artık bütünüyle hâkim olduğunu düşünen Tayyip Erdoğan’ın güçlendirilmiş otoriter rejim ya da yeni bir Milli Şef yönetimini oluşturması için önünde engeller var. Öncelikle böyle bir stratejinin yaratacağı büyük gerilim ve çalkantılardan esas özlemleri ekonomik ve siyasi istikrar olan AKP seçmenlerinin ürkmesi ve Erdoğan’ı umduğundan daha küçük bir Milletle baş başa bırakmasıdır. Özellikle referandum sürecinden sonra bunun göstergeleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Dünya liginde liderlik iddialarında bulunurken küme düşen AKP’nin bu akıldışı saldırgan ruh halinde Suriye’deki sıkışmışlığının etkisini unutmamak gerekiyor. Sermayenin totaliter özlemler taşıyan lideri Erdoğan, başkanlık hayalleri ve Ortadoğu’ya yönelik emelleri suya düştükçe asabileşmekte, saldırganlaşmakta ve iyice pervasızlaşmaktadır. Gerek içerde gerekse uluslararası arenada AKP’ye yönelik eleştirilerin artması AKP’nin üslup ayarının iyiden iyiye kaçmasına yol açmıştır.
Bütün bunların yarattığı öfke ile Tek Adamın daha fazla Ben ve onlar ayrımını körükleyerek bu yolla kaybettiği itibarını yeniden elde etmeye yönelik davranışlar içine gireceğinin işaretleri artarak geliyor. Erdoğan ülke içindeki hainlerin uluslararası işbirlikçileriyle kendisine karşı düzenledikleri komplo efsanelerinden, afakî darbe senaryolarından, faiz lobilerinden sosyal medyada ki gizli güçlere kadar uzanan, çok geniş bir yelpaze içinde yer alan korku reflekslerini tetikleyerek olağanüstü rejim gerekçelerini olgunlaştırmaya ve kendi etrafında topyekûn mobilizasyon oluşturmaya çalışıyor. Ama bu aşırı saldırganlık ve sürekli konuşma hali, ne yaparsa yapsın artık zirveden aşağı doğru kaymaya başlamış olduğunu fark etmenin telaşını gizleyemiyor.
Otoriter güç siyaseti eksenli düşünme ve hareket etme yaklaşımı, siyaseti rasyonel olana aşırı indirgediği için demokratikleşme doğrultusunda farklı siyasal özneleşme ihtimallerini, yeni aktörlerin ortaya çıkış dinamiklerini ve mevcut aktörler arasındaki yeni ortaklıkların kuruluş olanağını göz ardı ediyor. Bu süreçte karşılaşılan şey, çatışmacı üslubun devam ettirilmesi, özgürlük alanlarının daraltılması, muhalif ve taraftarlara karşı izlenen tutumlarda ikinciler lehine doğan sonuçların ‘’doğallaştırılmaya’ ’ve unutturulmaya çalışılmasıdır.
Güç siyasetine karşı ne yapılmalı?
Ancak hayat böyle olmak zorunda değildir. Kriz yönetimine indirgenen siyaset nasıl siyasetten kaçışı körüklüyorsa, sorumlulukların paylaşılması da vatandaşların yitirdikleri ya da duyurmaktan vazgeçtikleri sesleri yeniden çıkarmalarına yardım edecektir.
İnsanların kulluktan kendilerini kurtarmaları doğru olduğu gibi, her şeyden önce kendilerini yaşadıkları toplumun onları soktuğu halden kurtarmaları gerektiği de doğrudur. Böylesi bir devrim kendiliğinden olamaz. Çünkü böylesi bir kendiliğindenlik yalnızca yerleşik sistemden türeyen değer ve hedefleri ifade edecektir. Sınıflı bir toplumda radikal muhalefetin kuram ve pratiğinde eğitilmiş ve denenmiş, kabul edilmiş liderliğin işlevi, kendiliğinden protestoyu, dolaysız ihtiyaç ve özlemleri geliştirme ve toplumun radikal yeniden yapılanması için aşma şansı olan örgütlü eyleme çevirmektir.
Bu nedenle iktidar bloğu içi kavganın tetiklediği gündelik heyecana kapılmadan güçlü bir sosyal adalet talebini merkeze alarak yaşadığımız eşitsizliği ve özgürlüklerin sınırlanmasını sorun haline getiren, sosyal adalet ve tanınma mücadeleleri arasındaki güçlü bağları özgürlükçü yurttaşlık siyaseti üzerinden ören bir muhalefetin unsurlarının ve yapılarının ne olabileceğini düşünmemiz gerekiyor. Öncelikle yapılması gereken şey topluluk inşa etmenin ana malzemesi olan, dostluk ve dayanışmayı tekrar hatırlamak ve hayır oylarıyla gösterilen itiraz ve kararlılığı devam ettirmek olmalıdır.
Kitlelerin önce, korkuyu yenerek hareket etmeye başlayınca ne kadar etkili olabildikleri, birden bire tüm dünyanın ilgi odağı haline geldikleri, sorgulanamayacak kadar güçlü olduğunu düşündükleri rejimlerin kısa sürede dağıldığı görüldü. Bu açıdan önümüzdeki aylar Türkiye toplumunun Tayyip Erdoğan’ın elinde güç bulan otoriter liderlik geleneği ve otoriter yönetim tarzını, başka bir otoriter güce sırtını yaslamadan son vermeyi başarıp başaramayacağını, Tek adam rejimini yeniden tesis etmeye çalışan siyasal figüre toplumun kendi başına dur diyebilme güç, cesaret ve becerisini gösterip gösteremeyeceğini göreceğiz.
Bunun epey sancılı ve büyük gerilimlerle yaşanacak olması doğaldır. Çatışmalı olup olmayacağını ise Tek adamın tavrı ve siyaseti esas olarak belirleyecek. Yaşadığımız günler siyasetin ‘dost-düşman’ karşıtlığı etrafında katılaşarak ‘’ötekiyle’’ her tür karşılaşmayı siyasal varoluşa yönelik bir tehdit haline getireceği bir iç savaşın bütün öğelerini içinde barındıran koşulları yaşadığımızı gösteriyor. Bu aşamada ilk elde yapılması gereken bir savunma çizgisi geliştirmek olmalıdır. Bunun gerçekleşmediği koşullarda otoriter baskıcı devlet politikalarının zaferi kaçınılmaz olacaktır.
Ama elbette esas varlık düzlemi özgür eyleme imkân yaratacak olan politikadır. Siyasete başvurmaksızın, siyasi eylemlilik aracını kullanmaksızın ve bu aracın gideceği yönü çizmeksizin İnsanların kendilerini kulluktan yani yaşadıkları toplumun onları soktuğu halden kurtarmaları gerçekleşemez. Burjuvazinin temsilcileri yasa silahıyla şiddetin silahını birleştiriyor. İşçi sınıfı hiçbir şeyi birleştirmiyor ve kendini savunmuyor. Örgütlenmeleri bölünmüş liderlikleri ise büyük rehavet içinde güçlerin birleştirilmesinin mümkün olup olmayacağı üzerinde tartışıyorlar. Öncü işçilerin durumun bilincine varması ve kesin olarak tartışmaya katılması söz konusu olmazsa, yansıtılmaya çalışılan ‘’iyimserliğe ’’ devam edilirse karşı devrimci umutsuzluk dalgası ile hareket eden kesimlerin işçi sınıfını da peşinden sürüklemesi kaçınılmaz olacaktır. Bunun içinde çağrıyı muktedirlere değil, gemi batarsa filikalarda asla bir yeri olmayan ve siyasetin aritmetik güç hesabına dâhil edilmeyen yarınsız, dışlanan ve görülmeyen ezilen sınıflara çıkarmamız ve onların bizimle ortak olan dertlerini kendi bakış açımızda, kendimizi ise yan yana yaşadığımız onların dünyasında görünür hale getirecek yeni yollar ve kavramlar bulmamız gerekli. Hareket romantizmi yapmak ile sosyal hareketlerden siyasal dersler çıkarmayı birbirine karıştırmadan bu sığ siyasal yapıyı hangi yollarla dönüştürebileceğimizi hep birlikte bulabiliriz.
Özgürlükçü kolektif aklın işleyişine alan açarak yeni özneleşme süreçlerini harekete geçiren hareketlere daha çok ihtiyaç var. Bu tür hareketler belki arzuladığımız türden siyasal yapıları hemen doğurmasa da eşitliği ve özgürlüğü dert edinen ve bu doğrultuda sosyal adalet talebini, otoriterlik karşıtı muhalefeti ve tanınma mücadelesini birleştiren bir siyasetin nerelerde kök salabileceğini bize gösterdi. Tamamen çıkar ağlarına batmış, bütünüyle kişiselleşmiş ve daha da otoriterleşme yönünde meyleden, izlediği ekonomi politikalarıyla eşitsizliği ve yoksulluğu genelleştirmekten başka bir şey yapmayan bir devlet yapısının ortadan kaldırılması ancak bu türden güçlü bir müdahaleyle mümkün hale gelebilir.
Artık bundan sonra Kürt halkının hesaba katılmadığı hiçbir seçim, hiçbir toplumsal değişiklik talebi, hiçbir diplomatik hamlenin başarılı olamayacağı görülüyor. Kürt halkının özgürlük taleplerinin Türk emekçilerinin taleplerini kapsayacak şekilde ifadesini bulması Kürt siyasetini Kürtlerin yaşadığı kentlerin dışına çıkartıp Türkiye hareketine dönüşmesinin yolunu açacaktır. Kürt halkının özgürlük taleplerinin Türk halkının ortak talebi haline gelmesi de AKP karşısında ezilen, sömürülen sınıfların mücadelesinde azımsanmayacak bir aşamayı ifade edecektir.
Kürt, Türk, Acem, Arap halklarını ve emekçilerini parçalayacak gelişmelere izin verilmemelidir. Yaşanacak bir savaşın maliyeti dünya çapında yaşanan krizle birlikte elde edilen hakların aşınmasıyla bu dönemde gerileyen, ya da zaten uzun zamandır hiç böylesi ayrıcalıklara sahip olamamış emekçi sınıflara çıkarılacaktır. O nedenle yepyeni bir dile, Ortadoğu halklarını ulus devletlerin cenderesinden onun ek bir güç sağladığı milliyetçiliklerin, birbirini düşmanlaştırmaktan beslenen dini-mezhebi duyarlılıklardan sıyrılma umudunu verecek milletler, dinler ve mezhepler üstü herkesi bu açıdan eşitleyecek bir büyük siyasal birliktelik tasarımına, bunun çağrısına mutlaka ihtiyaç var.
Average Rating