Bir Ağaç Hakkında / Zerrin OKTAY yazdı.

Read Time:8 Minute, 48 Second

IMG_3127


O gün bir şeyler yazmak için yanıp tutuşuyordum. Önemli olan, bir konu bulmaktı. Bunları düşünürken mutfağın içinde dolanıp duruyordum ve birden gözüme bahçedeki sabık dut ağacı ilişti. Aslında bu bir rastlantı olamazdı. O dut ağacı zaten yıllardır, olanca görkemiyle mutfak penceresini boydan boya kaplamış durumdaydı. Öyle ki iyice pencereye yaklaşmadıkça dışarıyı görmek olası değildi. Bunun iyi olmayan yanı tabi ki güneşin içeriyi aydınlatmasına önemli bir engel teşkil etmesiydi. Ancak diğer yandan iyi bir özelliği de vardı ki bu gerçek bir ayrıcalıktı: Bana, evin içinde çırılçıplak dolaşabilme özgürlüğü tanıyordu, üstelik perdeleri çekmeye gerek duymadan.

Bu güzel özelliğine rağmen, ele almak isteyeceğim konu ağaç olamazdı. Ben daha kayda değer bir konuda yazmalıydım; örneğin, insanlık tarihinde bireyler arasındaki eşitsizlikleri ele almalıydım. Bu eşitsizliklerin nasıl meydana geldiklerini incelemeliydim. Adaletin, insanlığın, demokrasinin anlamlarına odaklanmalıydım. Pamuk tarlasında çalışan gündelikçi çocukları ele almalıydım ya da büyük şehirlerde ayakkabı boyayan çocukları.

Oysa bu ağaç, arsız dallarıyla penceremi kaplamakla yetinmiyor, düşüncelerimi de doldurmaya çalışıyordu. Aslında kabul etmeliyim ki beni ele geçirmeyi de başardı. Artık seçim yapmaktan başka işim kalmamıştı. Beynimdeki iki ayrı sese de kulak verip bir tanesine uymak zorundaydım. Bir yanım, bu ağacın doğru düzgün meyve bile vermediğini, yıllardır aşılamaya bile zahmet etmediğime göre, hakkında yazı yazmamın saçma bir fikir olduğunu söylüyor, diğer yanım ise daha baskın bir sesle bu düşünceye engel oluyordu. Haksız sayılmazdı; öyle ya, bir ağacın bile portresini çizmekten aciz olduğuma göre, ne cesaretle insanlık tarihi gibi kapsamlı bir konuya el atmaya kalkışıyordum? Önce ağacı anlatmalıydım, bu sınavı vermek zorundaydım.

Küçük tahta masayı ağacın karşısına yerleştirdim. İskemle, bir tomar kâğıt ve kurşun kalemimi kaptığım gibi, hiç vakit kaybetmeden hemen yazma konumuna geçtim. Ağacı uzun uzun incelemekle başladım işe. Doğrusu, ilk tespitlerim yürekler acısıydı.

“Ağacın yaprakları yeşil, dalları kahverengi, gövdesi kalın. Kökleri kök gibi işte, toprağa gömülü; tam da olması gerektiği gibi.”

Kökler hakkında yazmam mümkün değildi. Onları göremiyordum. Bu ne tuhaf çelişkidir. Pamuk tarlasındaki işçileri de göremiyordum, yine de onlar hakkında yazabileceğim ne çok öykü vardı, oysa ağacın kökleri suskundu. Suskunluğu kaleme almak mümkün müdür? Kökler hakkında yazabilecek bir şeyler bulabilseydim, çok iyi biliyordum ki gerisi de gelecekti. Oysa durum hiç de öyle değildi. Öylece kâğıda bakıyor, tek satır yazamıyordum.

Tek başına gözlem, yeterli değildi. Gözlemin yanında hayal gücü ve özellikle de ilham şarttı. İlhamdan şüphe etmiyordum. Yazmak için sabırsızlanıyordum. İlham kesinlikle vardı. Gözlem de olduğuna göre, demek ki eksik olan hayal gücüydü. Kökleri hayal etmeliydim, onların suskunluğunu içimde yaşamalıydım. Bekledim. Uzun bir zaman geçti ve hiçbir ilerleme kaydedemedim. Bir fincan çay aldım ve bir sigara yaktım. Çayım ve sigaram bekleyişim sırasında bana arkadaşlık ettiler. Derken bir kuş ötmeye başladı. Başımı kaldırdım fakat onu göremedim. Bununla birlikte içim umutla doldu. Ağacımı köklerinden değil, yapraklarından başlayarak anlatacaktım. Köklere sıra gelene kadar, hayal gücüme de kavuşurdum nasılsa. Üstelik anlatmakla kalmayacaktım, bu güzel ağacı bir öyküyle bütünleştirecektim. Öyküsü kuş olacaktı. Yeniden kâğıda eğildim.

“İlk bakışta yapraklar birbirine benziyor ama dikkatle incelendiklerinde, aslında her birinin kendine özgü farklılıklara sahip olduğu anlaşılıyor. Biri hepsinden biraz daha büyük, diğeri biraz daha küçük. Şu uçtaki açık yeşil yapraklar, ötekilerden daha ince ve daha narin görünüyorlar. Bazı yapraklar böcekler tarafından oya oya işlenmiş, birkaç tanesi ise gereğince gelişemeyip yumruk gibi dertop olup kalmışlar. Kimi yaprakların damarları biraz daha şişkin, diğer birkaçının yüzüne sonbaharın kızılı, moru ve sarısı değmiş. Bu kargaşanın içinde nasıl oluyor da uyumdan söz edilebiliyor. Oysa uyum var, bu hissediliyor. Hepsinin de yüzlerini güneşe dönmelerinden kaynaklanıyor olabilir mi bu uyum? Belki de öyledir. Ayrıca, gözle görülemese de, nefes aldıkları da bir gerçek. Demek ki uyumu oluşturan esaslar bunlar: Hepsi de nefes alıyor, güneşleniyor, aldıkları oksijenin ve güneş enerjisinin fazlasını, bağlı oldukları dallara yönlendiriyor, karşılığında onlardan aldıkları öz suyu ile besleniyor ve böylece yaşamlarını sürdürüyorlar. Süresi dolan yapraklar yere düşecek ve varlıklarıyla toprağı besleyecekler.”

Yazımın yaprak bölümünü baştan okudum. Özellikle son cümlenin önemli bir ana fikir taşıdığına karar verdim. Çevresi asfaltla ya da türlü kaldırım taşlarıyla döşenmiş olan ağaçları düşündürdü bana. O ağaçların yaprakları, evrelerini tamamlamak için son adımlarını ne yazık ki boşuna atmış oluyorlar. Neyse ki bu benim ağacım için geçerli değil. Toprak kucağını açmış, minik, solgun yaprakları bekliyor. “Ağacımın yaprakları, sizlerin, var olmak için, başka ağaçlardan daha fazla nedeniniz var!” diye sesleniyorum içimden.”

Yaptığım işten memnun kalarak soğumuş çayımı tazeledim. Yazımın yaprak kısmı bittiğine göre, artık dalları ele almalıydım.

“Dallar, taşıdıkları onca yaprağa rağmen, rüzgâra, fırtınaya, her türlü dış etkenlere yiğitçe göğüs geriyor, sorumluluklarını üstlendikleri yaprakları ve tabi ki meyveleri her koşulda korumaya çalışıyorlar. Bununla birlikte, üzerine basabilecekleri sağlam bir zeminleri bile yok. Her birinin çıkış noktası, ya daha kalın dallar, ya da gövdenin sunabildiği o daracık alanla sınırlı. Bu nedenle, yaprakları ve meyveleri korumak için tutundukları dal ya da gövde açısına göre, belki de dünyanın en büyük cambazları sayılabilirler. Kimi yan yatarak, kimi baş aşağı asılarak hayatta kalmaya çalışırken, sorumluluklarından asla ödün vermiyorlar, yapraklarını ve meyvelerini elden geldiğince, en iyi şekilde korumaya çalışıyorlar. Bu durumda dalları hem yiğit birer askere, hem de şefkatli birer anneye benzetmek mümkün.”

Dallar gerçekte dişi midir, değil midir, bunu bilmiyorum. Yapmış olduğum gözlem hoşuma gitti çünkü haklı olduğumu düşünüyorum. Yapraklar, ışığı örttüğü için dallar hep karanlıkta yaşamak zorundalar. Oysa buna rağmen, her yıl bir öncekinden daha çok yaprağa ve meyveye yer açmak için büyümeye, durmadan gelişmeye çabalıyorlar. Amazon dallar karşısında saygıyla eğildim ve bir sigara daha yaktım.

Gövdeyi anlatmak için kendime yeterince zaman vermeliydim. Giderek korktuğum bölüme, yani köklere yaklaşıyordum ve hayal gücümün ne durumda olduğunu anlayabilecek durumda değildim. Korktuğumu kendime belli etmemek için başka şeyler düşünmeye başladım. Sigara içmem şart mıydı? Doğayı, yaşamın ta kendisini simgeleyen bir ağacı kaleme almaya çalışıyor ve hiç rahatsız olmadan sigara içiyordum. Bu yaptığım düpedüz saygısızlıktı. Kime, ağaca mı? Sanırım ağaç o kadar da ilgilenmiyordu benim kendimi zehirlememle. Saygısızlığı kendime yapıyordum. İşte bu kadar!

Bilincimi rahatlatmak için seçtiğim konunun hoşuma gitmediğini fark edince yeniden ağaca verdim dikkatimi.

“Şekilsiz! Evet, bu koca ağaç gövdesi için şekilsiz demek o kadar da yanlış sayılmaz. Yüzeyi pürtüklerle dolu, damar damar, kaba ve gösterişsiz kavislerle topraktan yukarıya doğru yükselen bir kütleden ibaret. Daha yakından bakıldığında, ara ara genç yaşlarında çeşitli yerlerinden uzatmış olduğu ve sonradan bir şekilde kaybettiği dalların izlerini taşıdığı anlaşılıyor. Uzakdoğu’nun uzak bir köşesinde bu minik ağaç oyuklarını dişi cinsel organlara benzetiyor ve onlara tapıyorlar. İlginç bir benzetme. Ülkemde böyle benzetmeler yapan insanları sapıklıkla suçlarız. Budak dediğimiz bu oyuklara ayinler düzenlemek acaba nasıl bir ruh halinin ürünü olabilir? Bu konuyu başka bir yazıda ele almak ve detaylıca incelemek gerek. Benim ağacımın oyukları minik ve ayin için pek uygun olduklarını sanmıyorum. Yakından inceleyince bu oyukların, sandığım anlamda suskun olmadıklarını görüyorum. Her oyuğun içi cıvıl cıvıl yaşam kaynıyor. Minik böcekler, bu oyukları kendilerine yurt edinmiş, her türlü dış saldırıya karşı korumak için canlarını feda etmeye hazır görünüyorlar. Askeri düzende sıra sıra karıncalar, ağacın kabukları arasında bir yukarı, bir aşağı gidip geliyorlar. Her konvoy, minik yükler taşıyor. Nereden geldiği belli olmayan ekmek kırıntıları, tohumlar, yaşadığı şüpheli minik kurtçuklar ve daha bir dolu yük; her biri özenle, disiplin çerçevesinde oyuklara taşınıyor. Hummalı bir faaliyet bu; saygı duymamak mümkün değil. Biraz daha dikkatli bakınca, kimi minik kabuk parçasının altında başka kıpırtılar fark ediyorum. Minik kurtçukların tümü de ölü değil demek ki. Şurada bir salyangoz, koca kabuğuyla yukarılara doğru yol almaya çalışıyor. İnceledikçe daha pek çok tür canlının barınağı olduğunu anlıyorum gövdenin. Anlaşılan, sorumlu olduğu biricik alan, öz suyu ile beslediği dalları değil, aynı zamanda kendi türünün dışındaki canlıları da düşünmek zorunda. Acaba o canlıların ağaçla ne gibi bir alışverişi olabilir? Mutlaka vardır bir denge. Başka türlüsünü düşünmek yanlış olur. Evrimin tamamlanması, bu canlılarla bir şekilde bağlantılı olmalı, aksi halde ağaç onlara barınak olmazdı.”

Gövde hakkında daha fazla yazmak istemedim. Belki daha sonra tekrar bu bölüme döner ve daha ayrıntılı bir inceleme yaparım ama artık köklere geçmeliydim. Bunun için en doğru zamandı, birkaç dakika sonrası değil, hemen o anda başlamalıydım. Bunu hissediyordum.

“Köklerin işi zor olmalı. Bir yandan gövdenin, taşıdığı onca dal, yaprak ve meyve yığını altında kırılıp gitmemesi ya da dengesini kaybedip devrilmemesi için ona destek olması, diğer yandan, var gücüyle topraktan aldığı mineral ve kaynaklarla onu besleyip güçlendirmesi gerekiyor. Aslında dikkat edilecek olursa, köklerin ağacın hayatında iki ayrı rolü olduğu anlaşılıyor. Birincisi güç vermek, beslemek, doyurmak, yaşamının devam etmesini sağlamak. Bunu yaparken, karşılığında ne alıyor olabilir? Hava almıyor, ışık almıyor, güzellik, endam, tat… Hiçbirinden söz edilemez. Saf bir teslimiyet ya da görev duygusu olmalı bu.

İşlevleri aynı olmasa da, bir anlamda insanların bağırsaklarını çağrıştırıyorlar. Bununla birlikte, kökler bağırsaklardan daha şanslı sayılır. Ne de olsa ağaçlardan söz ederken, kökler hep saygıyla anılır, oysa insanların elde ettikleri hiçbir başarı, bağırsaklarının iyi çalışmasıyla ilişkilendirilmez.

Köklerin, ağacın hayatında iki ayrı rolü var demiştik. İlk rolüne iyi kötü değindik; onlar, ağaçları hayata bağlamak, beslemek, güçlendirmek için var. Bunu gayet açık görebiliyoruz. Diğer rolleri ise biraz daha anlaşılmaz. Bütün o sayılan iyiliklerinin yanı sıra, bir de bağlayıcı özellikleri var. Ağaçlar asla gezintiye çıkamazlar. Hiçbir zaman yerlerinden kıpırdayamazlar. Kuruyup gidecekleri güne kadar, ilk filizlendikleri yerde yaşamak zorundalar. Kökler onların hareket özgürlüğüne engel olur.

Bu bakımdan, biz insanlar için yazgı ne ise, ağaçlar için kökler de aynı anlama geliyor olmalı. Yazgı, tek başına yeterli bir tanım olmayabilir. İçine aldığı etkenleri de saymakta yarar görüyorum. Bu etkenler arasında toplum kuralları, çevre, kültürel yapılanma ve tabi ki yaşam standardı dediğimiz ekonomik alt yapı yer alıyor. Hepsini bir araya getirdiğimiz zaman ortaya çıkan devin adına yazgı ya da kalıp diyoruz ve genellikle ona boyun eğiyoruz. Boyun eğiyoruz, çünkü o aynı zamanda istediklerimizi elde etmemizi sağlıyor; kimliğimizi bu kalıp çerçevesinde tanımlayabiliyoruz. Bu durumda yazgı için kısaca istek diyebilir miyiz? Yazgıdan kurtulmanın tek yolu isteklerden vazgeçmek olabilir. Bağlı olduğumuz, dört elle sarıldığımız, kendimizi ait hissettiğimiz ya da kendimize ait hissettiğimiz her şeyden; yani kimliğimizden vazgeçmek zorunda olabiliriz.

Ağaçlar, daha sulak yerlere yerleşebilir, kendilerine yaslanacak kayalar bulabilir ya da kısaca yere uzanabilirlerdi. Böylece onları besleyecek, güçlendirecek, ayakta dengede tutacak köklere gereksinimleri kalmazdı. Oysa onların da yazgıları var. Gökyüzüne doğru yükselmek, bulutlara yakın olmak istiyorlar. Sonra ayakta dimdik durarak güçlerini göstermek istiyorlar. Kökler, bir ağacın hem yazgısı, hem de kimliğinin kanıtıdır.”

Son yazdıklarımı gözden geçirirken kuş tekrar öttü ve öyküyü unuttuğumu fark ettim. Hemen kalemi kaptım ve öyküme güzel bir giriş düşünmeye başladım. Kendini göstermeyen ama ısrarla sesini duyurmaya çalışan kuş ise, sanki beni durdurmaya çalışıyor gibiydi. Kuşla aynı di1li konuşmuyorduk ama bana ne söylemek istediğini anlamıştım. Ağaç zaten kendi başına bir öyküydü. Dalındaki kuşuyla, gövdesinde barındırdığı karıncalarıyla, kurtçuklarıyla bütün bütüne bir öyküydü. Yapraklarının ve meyvelerinin her biri ayrı birer öyküydüler ve ben, ben de bir öyküydüm, sigaramın dumanı da öyle. Çok iyi anlamıştım; bu öyküde kâğıda da kaleme de gerek yoktu. Bunun adı suskunluktu. Pamuk tarlasında çalışan çocuklar da bu suskunluğun parçalarıydılar, ayakkabı boyayan çocuklar da; hatta siyaset yapan, para sayan, savaşan, dua eden, ağaç kesen çocuklar da öyle.

Suskunluğun öyküsü yazılamazdı, o sadece yaşanırdı.

Zerrin OktayTeletex News24

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %

Average Rating

5 Star
0%
4 Star
0%
3 Star
0%
2 Star
0%
1 Star
0%

Yorumunuz için teşekkür ediyoruz en kısa zamanda size cevap verilecektir selamlar .

%d blogcu bunu beğendi: