

PİYASA EKONOMİSİ İLE ERDOĞAN DİKTATÖRLÜĞÜ BAĞDAŞACAK MI ? / Teslim TÖRE yazdı.
Esasında piyasa ekonomisi yani liberal kapitalizm sistemi, burjuvazi için demokrasi, halk için bir diktatörlüktür. Erdoğan’ın Rabia selamlı başkanlık sistemi de yandaşlar için demokrasi, yandaş olmayanlar için İslâmi Faşist bir diktatörlüktür. Piyasa ekonomisi iktisadın bir diktatörlüğüdür. Sermaye piyasasını, sermayenin kendisinin düzenlediği, düzenlerken de büyük sermayenin çıkarına denk düşmeyen, onun çıkarına zarar verene iktisadın zorunun uygulandığı cinsten bir iktisadi cebir sistemidir. Piyasa kurallarına denk düşmeyen küçük ya da orta, hatta belli ölçekte de büyük olan sermaye sahibini iflas ettirir, işçiyse işten atıp işsiz bırakır, entelektüel emek sahibi memur, mühendis ya da teknik eleman vs. ise işine son verip açlığa mahkum eder. Piyasanın canını sıkan herkese ve her şeye iktisadın cebri, yani sermayenin diktatörlüğünü uygular. Sermaye piyasası bu bağlamda egemen sermaye için demokrasi, fakat geriye kanlar için diktatörlüktür.
Ama Erdoğan diktatörlüğü; yandaşı olmayan küçük, orta, büyük sermaye sahipleri için de, yandaş olmayan halk için de iktisat dışı, ceberrut, dolayısı ile de İslâmi Faşist bir diktatörlüktür. OHAL, KHK’ler başladığından, hatta öncesinden beri, “Fethullah Gülen yanlısı” olarak işaret etmiş olduğu milyarlarca dolarlık sermayelere, fabrikalara, büyük küçük bir çok işletmeye el koydu, sahiplerini de hapse atarak işkence dahil her türden kötü muameleye tabi tuttu. Akademisyenleri, memurları, polisleri, ordu mensuplarını, mühendisleri, öğretim üyesi profesörleri, hakimleri, savcıları, işçileri işten attı, canının istediğini sorgusuz sualsiz hapse koydu. Yüz binlerce aile ve efratlarını açlığa, yoksulluğa mahkum etti. Sermaye piyasasının önemli bir kolu olan medya, sermaye piyasasının dışına çıkartılarak Erdoğan devletinin arpalığından beslenen bir kuruma dönüştürüldü. Medya büyük ölçüde piyasa ekonomisi için değil Erdoğan’ın çıkarı için işlev görüyor. Anayasayı, yasaları, adalet mekanizmasını ortadan kaldırdı, yüzlerce dergi, gazete, radyo, TV kanalı, kültür sanat evini, yüzlerce dernek ve demokratik kitle örgütünü kapattı. Cezaevlerini son limitine kadar doldurdu. İşkence şikayetlerinin haddi hesabı bile tutulamıyor. Türkiye’nin en büyük patron örgütü TÜSİAD’ı, istemiş olduğu demokrasi nedeniyle “kusura bakmayın” diyerek tehdit edip, sesini kesti. TÜSİAD aynı zamanda Türkiye’de globalizmin piyasa ekonomisini de temsil ediyor.
TÜSİAD’a yapmış olduğu “kusura bakmayın” şeklindeki kaba ve mafya üslubu ile azar ve tehdit, aynı zamanda Türkiye’ye taşınmış olan sermayeye de yapılmış bir tehditti. Zaten konuşmasının arasında “Avrupa, AB” falan da dedi. TÜSİAD Erdoğan’ın baskıları karşısında sindi, sustu, pısırıklaştı. Bülent Ecevit’in şahini kesilen, onu gazete ilanları ile iktidardan düşüren TÜSİAD, Erdoğan’ın karşısında kedi kesildi. Yabancı sermaye de TÜSİAD gibi yapar mı, bakıp göreceğiz. Ne kadar iktisat dışı cebir varsa yandaş olmayan sermayeye karşı zorbaca uyguladı ve tümünü korkutarak etkisizleştirdi. AB’nin Türkiye’ye taşınmış olan otomobil ve diğer sanayi sektörlerine karşı nasıl yöntemler uygulayacak belli değil, bilmiyoruz, fakat AB’ye “hey heyler” çekip, ağzına geleni söylüyor. Her ikisi de diktatörlük olduğu halde mevcut verilere bakarak birbirinden farklı yöntemlere sahip olmalarına rağmen nasıl bağdaşacakları önemli bir sorun olarak orta yerde duruyor. Böyle giderse Erdoğan’ın sermaye piyasasına müdahale etme olasılığı çok fazla. Sermaye piyasası Erdoğan’ın müdahalesi durumunda TÜSİAD gibi susar ve yutkunur mu, yoksa farklı bir yöntemle mi yanıt verir, şimdilik bilemiyoruz.
Ancak söz konusu iki farklı diktatörlüğün birbiri ile olumlu bir uyum sağlayabilecekleri olası gözükmüyor gibi. “İki cambaz bir ipte oynamaz” gibi biri diğerini ipten aşağı mı iter, yoksa belli bir uyum mu sağlarlar, kesin değil. Kesin olan: Bu iki diktatörlük arasında bir kocaman çelişkinin açık açık olduğudur. Kuşkusuz global sermayenin demokrasi diye bir derdi ve sorunu yoktur. Zaten TÜSİAD’ın istemiş olduğu demokrasi de halk için, toplum için değil, Erdoğan’ın iki de bir çıkıp Maliye Bakanı’nı, MB müdürünü “vatan haini” olarak suçlayıp piyasaya müdahalesi karşısında demokrasi istediler. Değilse; TÜSİAD da, AB de Erdoğan’ın halka, basına, demokratik kitle örgütlerine yönelik baskıları ile ilgilenmediler. Erdoğan Türkiye halklarına işkence mi yapar, Cizre’de olduğu gibi bodrumlarda, acımasızca ve hunharca toplu halde katleder mi, globalizmi ilgilendirmez. Globalizmi ilgilendiren şey, istediği demokrasi, sermayenin piyasayı kendi kurallarına göre dizayn etmesine müdahale edip etmeyeceğidir. Herkesin bildiği gibi global sermaye tek partinin, Komünist Parti’nin yönetmiş olduğu Çin’de demokrasi falan sormuyor, aramıyor. Çin yönetimi sermayeye her türlü sömürü ortamını yaratıyor. Sömürüsüne asla müdahale etmiyor, Çin işçi sınıfı ise ne grev, ne boykot, ne direniş bilmiyor. Aklından geçirene ise “İşçi sınıfının partisi” olan Komünist Parti ağzının payını veriyor. Global sermaye için tam bir cennet yaratıyor. Bu durumda devlet olarak Çin devleti de yararlanıyor.
Çin, dünyanın geri kalmış ülkeleri arasında sayılıyorken taşıma harekâtını kendi çıkarına denk bir şekilde kullanarak dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumuna geldi. Erdoğan Çin’in yaptığını yapabilir mi? Piyasa ekonomisine uygun, sermayenin keyfince cirit atmasına, iş gücünü keyfince sömürmesine denk bir ortam yaratabilir mi? Kesinlikle hayır, yaratamaz. Türkiye: Mihri abinin (Belli) nitelemesi ile “Filipin tipi” de olsa belli düzlemde bir demokrasi gördü. 16 Nisan referandumunda ve devamındaki süreçte görüldüğü gibi yarım yamalak da olsa tadına varmış olduğu demokrasiyi Erdoğan’a bırakmak niyetinde olmadığını çok ama çok net olarak gösterdi. Çin Halkı; tutunacağı, savunacağı yarım yamalak da olsa tadına vardığı böyle bir demokrasi görmedi, yaşamadı, yaşayarak görmediği için nasıl savunacağını da bilmiyor.
Evet, Erdoğan kendi kavlince bir diktatörlük başkanlık sistemini resmen ve fiilen kurdu. Fakat ne Çin’in yaptığı gibi toplumu disipline edebildi, ne de çatışmasız dingin bir ortam yaratabildi. Kürdistan dağlarında her gün savaş var. Kayıp vermedikleri bir gün bile yok. Erdoğan diktatörlüğüne karşı içeride her geçen gün güçlenerek devam eden mücadelenin yanında Erdoğan, Rojava ve Şengal Kürtleri ile savaş halinde. Var olan, fakat Erdoğan’ın kendi başına sarmış olduğu Kürt sorununun Erdoğan ve devletinin başına ne ve nasıl işler açacağının sesi “Arnavut kemanı” gibi sonra çıkacaktır. Sokaklar insan dolu, her gün sokak hareketleri gelişip yaygınlaşıyor. İşçi grevleri, boykotlar, açlık grevleri her geçen gün çoğalıyor. Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’nın onlarca gündür devam eden açlık grevi ülkenin her tarafına yayılarak toplumsal bir harekete dönüştü. Aynı şekilde katledilen gerilla oğlunun kemiklerinin kendisine verilmesi için Kemal Gün’ün seksen günü aşkın devam ettirmekte olduğu açlık grevi de toplumdan destek görüyor. Kadınlar ülkenin her yerinde mücadelenin önünde yürüyorlar. Kararlı, direngen, dinamik bir öncülük sergiliyorlar. Bu türden eylem ve hareketler toplumun doku ve dengelerini harekete geçiriyor, topluma bitmez tükenmez bir dinamizm katıyor. Özellikle de 16 Nisan referandumunda oluşmuş olan HAYIR, bu türden eylemlerle toplumsal ve kalıcı dinamik bir kitle gücüne dönüştü.
Her kitlesel olay HAYIRCILARIN bir araya gelmesine, ortak mücadele etmesine neden oluyor. Giderek geniş toplum kesimlerinin oluşturmuş olduğu ve kalıcı, organize hale getirmeye başladığı, toplumun doğasından gelen, kendiliğinden “sessiz çoğunluk” denebilecek, fakat gür sesli bir muhalif toplum gücü oluşuyor. Bunların olduğu bir ülkede Avrupa düzeyinde olmasa bile topluma da yansıyan bir demokrasi, insan hakları, özgür ortam olmadan global sermaye yeterince güven ve huzur içinde sömürüsünü sürdüremez. Çin’in böyle bir sorunu yok. Evet, Çin’de de tek parti diktatörlüğü ve ceberrut devlet baskısı egemen, ama devlet ve parti her şeyi denetim altına almış, kontrol edebiliyor. Ayrıca Çin ucuz iş gücü, bir buçuk milyara yakın nüfus pazarı ile taşıma harekâtı için dünyada alternatifi olmayan bir ülke konumunda. Buna karşın Erdoğan Türkiye’sinin alternatifi fazlası ile var. Şu durumda bile İran bir aday. Suriye ve Irak yakın gelecekte aday olacak durumdalar. Kuzey Suriye’de oluşturulmuş olan, ABD ve Rusya gibi süper güçlerce korunan ve teminat altına alınan KSF, IŞİD’in imhasından sonra Suriye çapında bir sisteme dönüşünce globalizmin en önemli pazar alanlarından birisi olabilir.
KSF: Tek sistemli, çok kutuplu dünyanın en uç ve çelişkileri yoğun olan süper güçler ve diğer dünya aktörlerinin oluşturmuş olduğu doğal dengenin tam olarak nirengi noktasında meydana geldi. O nedenle söz konusu denge sadece öznel öğenin yaratmış olduğu bir denge değil. Bu denge nesnel ve öznel öğelerin insanlık tarihinde ilk olarak Versay’da bir de bu gün KSF’de görülen zıt kutupların çakışması ile oluşmuş olan bir nirengi noktasıdır. Bu yapısal özelliğinden dolayı kolay bozulacak bir denge değil. Nesnel ve öznel öğelerin ürünü nirengi öğesi: Erdoğan’ın başını yiyerek, Ortadoğu’yu bir bütün olarak global piyasanın büyük ve güçlü bir pazarı haline getirebilir. Belki de AB’den daha güçlü bir demokratik federasyon pazar sistemine büyüyebilir.
Teslim TÖRE–Teletex News24
22 Mayıs 2017
Average Rating