
BESÊ’nin öyküsü ve bir Halkın sosyolojisi. / Yakup ASLAN Yazdı.
Besê, köyün otoriter sesi… Divan kurulduğunda söylediği söz emir gibi algılanır. Birçok sorunun çözümünde onun derin görüşleri etkili olmuştu. Dünya görmemişti ama güngörmüş bir kadındı. Savaşları, seferberlikleri, zorlukları yaşayarak tecrübe etmişti. Yaşamak ile bilmek aynı şeyler değildi. Nasihat ederken, bunu vurgulamayı alışkanlık haline getirmişti.
Köyde okul yoktu. Sadece ağanın çocukları şehirlere gidip okuma fırsatına sahipti. O zamanlar köylüler daha çocuklarını Yatılı Bölge Okullarına göndermeye sıcak bakmıyorlardı. Şehirlere giden ağa çocukları da genellikle bir akrabanın yanında kalırdı… Öyle ki teknolojinin tüketim malzemeleri daha halkın varlığını yağmalamak üzere üşüşme merhalesinin başlatılmadığı şehirlerde, en doğal ve gerçekçi koruma şeklinin toprağın yüreği olduğu zamanlarda, köydekiler şehirdeki akrabalarına doğal gıdaları da bolca gönderme cömertliğine fazlasıyla sahiptiler. Kavurmalar, peynirler, süzme yoğurt, şeker değmemiş tamamen organik bal, doğal kurutulmuş veya salamurası yapılmış bitkiler, tereyağı, kurutulmuş et şehirdeki evlerden de eksik olmazdı. Herkesin bağı, bahçesi vardı. Patates, şeker pancarı, peynir gibi bozulma ihtimali olan diğer gıdalar da toprağa gömülerek korunabiliniyordu.
Ağanın oğlu, şehirde hem tahsil görüyor ve hem de şehirlileşiyordu. Bu ona itibar kazandırıyordu. Özenti, kısa zamanda onu bir başkası yapıyordu… Babasının evinde nazlı ve şımarık yetişmesi bu şehirlilik veya dönüşme açılmasına fırsat tanıyordu. Köye geldiği zaman babası bile onun gölgesinde kayboluyordu. Şehirde köylü çocukların hayalini bile kurmaya cesaret edemediği maceralarını anlatırken keyifle dinleniyordu. Anlattığı romantizm maceraları, çocukların mahcup ve kırılgan kızaran yüzlerinde sorgulanmadan hayranlıkla kabul görüyordu.
Besê köyün yoksul ama onurlu ailelerinden geliyordu. O kadar ki, erkek çocuğuna büyüyen kızının eski elbiselerini giydirmişti, kimseye minnet duymadan… Ve asla ona yeni bir elbise almak için çaba göstermesi gerektiğini de aklına getirmek istemiyordu. Elbise o zamanlar farklı bir anlam ifade ediyordu. Şimdiki elbise tasnifinin içine girmiyordu. Şehirden getirilen pazen, patiska, kadife türü kumaşlar elde biçilir, dikilirdi. İç çamaşırlarının da böylesine bir serüveni vardı. Dahası ağanın ailesi hariç, köylülerin yamalı da olsa bir parça elbisesinden başkası yoktu. Yıkanıp, kurutuluncaya kadar yorganın altında kalmayı değişmez bir yaşam olarak kabullenmişti.. Hotto ve sonrasında cizlavet denilen lastik ayakkabılar lükstü o zaman. Çocukların çoğunun ayakları taşlara, dikenlere, çamura, toza alışıktı. Çatlak olması, havanın ve suyun soğuk olmasıyla ilintiliydi.
Ağanın oğlu yaz ayında yaylaya geldiğinde o zaman şehirde çoğunlukla hippi denilen akımın tarzı olan yamalı pantolonla gelmeyi sükse yapmak için yeterli görmüştü. Şehirde saçların uzatılması, garip kıyafetlerin giyilmesi bir tarzdı. O da az da olsa bu tarza özenmişti. Köy yerinde garipsenmişti elbette. Hele Besê görünce kıyamet koparmıştı.. Ağanın oğlu nasıl olur da şehir yerinde yamalı pantolonla gezerek aşiretin itibarına zarar verir. Dayanamayıp söylenmeye başlamıştı bile: “Kül başına… Ağa bu kadar yoksullaştı mı ki, çocuğu yamalı pantolonla dolaşıyor. Köylüye söyleseydi kendi arasında bir para toplama seansı daha yapardık… Her birimiz bir kuzu verseydik onun okumasına yeter de artardı.”
Köylülerden biri dayanamadı: “Külün gerçekten senin başına, senin erkek çocuğunun üstünde kız elbisesi var, kim bilir kaç çocuğunu bu elbiseyle büyüttün. Yalınayak dolaşıyor, ayakkabısız olmasının derdinde değilsin. Düşmüşsün ağanın oğlunun yamalı panolunun derdine. Kendi haline yansana… Sonra Besê ana, bu yamalı pantolon şehirde zenginlerin geleneği. Keyif için sağlam pantolonu ıslatıp taşlarla döğüyorlar, yırtıp yalancıktan yamalıyorlar. Sükse için…”
Maksadım öykü yazmak değil… Öyküleri yaşayanlar yazıyor. “Bir halkın sosyolojisini” anlatan bu derin tecrübeyi aktarmak istedim. Hep böyle olmuyor mu? Tarihin kendisini tekrarlaması gibi sürekli ortaya çıkan insanlık tecrübesini esas almayanlar hep güce, iktidara, hazza ve şöhrete payanda olmaya, onlara benzemeye, dönüşmeye, onları taklit etmeye ve kendisini yok etmeye devam ediyorlar. Bu çerçeve içerisinde kendilerine bir yaşam perspektifi oluşturmayı kendilerinden, gerçeklerinden kaçmak için kaçınılmaz görüyor. Kendi eksikliklerimizin, ihtiyaçlarımızın, haklarımızın, insani taleplerimizin, olması gereken özgür irademizin farkında olmadan bütün bu tecrübelere rağmen, tarihin bu evresinde sanki yine bu fasit dairenin çok kötü bir noktasında olduğumuz söylenebilir. Hiçbir zaman kendimiz olmayı, kendi ihtiyaçlarımızı karşılamayı düşünmüyoruz. Doğal olan insanın sadece kendisi olmaya çalışması değil mi? Başkalarının özgürlüğü için can vermeyi erdem görürüz, kendi özgürlüğümüze ise fikri sabitelerimiz engel. Başka mahrum bırakılmışların özgürlüğü için mücadele etmek erdemdir, ancak bunu mahrum bırakılmışlar, kişiliklerinden koparılmışlar bu mücadeleyi yapamaz. Kendisi olanların böyle bir erdeme yönelmesi doğru olandır. Köle birinin, başkalarını kölelikten kurtarma iddiası derin psikolojik bir paradokstur. Aslından, kendisinden kopan ne kadar başka kimlikleri kopya etse de başkası olamaz. Sadece varlığının gerekçesi olan aslının ortaya çıkmasını engeller. Engelleme bununla da kalmaz, her bir bilinçaltı kalıntısı, alışkanlıkla farklı bir kimlik/ statü oluşturur ve kendi özünde kopararak başka bir yabancı dünyada izole hale gelir.
Şehir efsanesi midir bilmiyorum ama çokça anlatırlardı… Irak savaşında bir yaralı zenci Iraklı askerlerin eline geçer.. Sorarlar… “Tamam, Amerika’yı anladık da size ne oluyor. Amerika, ulus devlet çıkarları için dünya üzerinde bir iddia sahibi. Bir hesabı var. Peki yüz yıllarca sizi köle olarak kullanmış, sizi insan yerine koymamış, her türlü haktan yoksun bırakmış ülkenin sadece hizmet alanında çalıştırmış olan bir devletin ulusal menfaatlerini korumak size mi düştü… Köleliğin kaldırılması için ne kadar büyük mücadeleler verildi, bedeller ödendi ve acılar çekildi. Şimdi size bütün bunları yaşatanların devlet çıkarları için binlerce kilometre öteden buraya gelip savaşıyorsunuz! Yaptığınız yanlış değil mi?”
Bilindiği gibi zenciler köleliğin ve kendilerine yönelik ırkçı politikaların kaldırılması için uzun soluklu bir demokratik mücadele içerisinde olmuşlardı. Fiziki köleliğin kaldırılmasına karşılık psikolojik köleliğin tamamen kaldırıldığı söylenemez. Aynı şekilde yasal düzenlemelere rağmen ırkçılık henüz bile onları ikinci sınıf vatandaş olarak görmeye, algılamaya devam ediyor. Bu mücadelede simgeleşen isimler arasında 1965’te suikast ile öldürülmüş Malcolm X, 1968’de yine bir suikast sonucu öldürülmüş Martin Luther King ve 1967’de Vietnam Savaşına katılmayı reddettiği için vatan halini ilan edilmiş, unvanı elinden alınmış, pasaportuna ve lisansına el konulmuş, 5 yıl hapse mahkûm edilmiş Muhammed Ali’yi sayabiliriz. Suikastlarla öldürülen liderlerin geriye bıraktığı büyük toplumsal baskıdan çekinen Amerika devleti, ırkçılık politikalarıyla zencilerin mücadelesini kırmak maksadıyla etkili bir lider olan Muhammed Ali’ye baskı yapmaya yönelmişti. Malcolm X, John F. Kennedy ve Martin Luther King gibi liderlerin faili meçhullerle öldürüldüğü Amerika’nın karanlık 60’lı yıllarında her gün ölüm tehditleri alıyordu. İşsiz ve parasız bırakılarak açlıkla sindirilmeye çalışıldı. Ancak direnişinden taviz vermez ve geri adım atmaz. Muhammed Ali’yi efsaneleştiren bu onurlu duruşudur.
Muhammed Ali sadece yaşamında değil, ölümünden sonra da ve hatta ölüm yıldönümünde de beyinleri çürümüş ırkçılık müridlerine ders vermeye devam ediyor. Ali ringde herhangi bir rakibe değil zalim ve militarist Amerikan sistemine meydan okuyor, kendisi olmaya, kendi derdiyle hemhal olmaya, özgürlüklerini elde etmeden başkalarının özgürlüğüyle ilgilenmeyeceğine vurgulayarak, ABD devlet menfaatleri için binlerce kilometre ötedeki kendisinin olmayan bir savaşa katılmayacağını açıklıyordu. Bununla kendileri olmaktan korkanlara büyük bir insanlık dersi vererek şöyle diyordu:
“Louisville’de insanlar hâlâ ‘pis zenci’ diye çağırılıp köpek muamelesi görüyorken ve en basit haklarından bile mahrumken, benden üzerime bir üniforma geçirip 10 000 mil ötedeki bir ülkede bomba atıp kurşun sıkmamı nasıl beklerler? Hayır, 10 000 mil öteye gidip beyaz efendilerinin beyaz olmayan başka bir millet üzerine baskı kurmalarına, onları öldürmelerine, evlerini yakmalarına yardımcı olmayacağım. Benim halkımın gerçek düşmanı burada, Amerika’da. Kendi özgürlüğü, kendi adaleti ve eşitlik için savaşan o insanları köleleştirmede kullanılan bir maşa olmayacağım. Kendi inandığım değerler için direniyorum. Kaybedecek hiçbir şeyim yok. Beni hapse atacaklarmış, ne olmuş sanki? Zaten 400 yıldır hapisteyiz.”
Besê’nin ruh halini barındıranlar içinde bulundukları hali, yoksulluğu, yoksunluğu, mahrum bırakılmışlığını asla düşünmezler. Başkalarının haklarını savunurken adeta cezbe halindedirler. Psikolojik olarak teslim oldukları efendilerinin derdinden, kendi dertlerini düşünmelerine fırsat oluşmaz. Kendileri için olmazlar, efendileri için ölmeyi vazife bilirler. Kendilerine, kendi acılarına kapalı hale getirilme operasyonundan sonra, kaybolurlar. Bilinçaltları zehirli kalıntılarla dolar. Adeta hipnoza uğramış haldeler. Bir de psikolojik kırım var, olmadık bir zamanda hak arayanın iradesini kırmakta kullanılan etkili bir araçtır. Motivasyonu, moral üstünlüğünü yok etmeyi amaçlar. Psikolojiyi kırmak, sindirmek, tedirgin etmek, geleceğe dair ümitleri silikleştirmek için onur kırıcı psikolojik tacizle ruhsal kırılma endişe üretmeyi hedefler.
Beyazların uzak ülkelerden gelip, ABD’deki Kızılderilileri veya Zencileri köleleştirip kendi ulus devletlerinin menfaati için ezmeleri, katliamlara maruz bırakılmaları, sömürmeleri karşısında verdikleri mücadele bütün insanlık için yeterli tecrübeleri taşımıyor mu? Malcolm X ve Muhammed Ali’nin verdikleri onurlu mücadele bütün dünya için yeterli argümanlar taşımıyor mu?
Yakup ASLAN –Teletex News24
Average Rating