
TEK ADAM REJİMİNE KARŞI‘’FİLİKALARI’’ YAKMANIN ZAMANIDIR!
Kuşkusuz ne devlet aygıtları arası mücadele, ne de yolsuzluk Türkiye de yeni değil. Ama yaşadığımız süreç söz konusu gelişmelerin artık yönetilemez kılacak düzeyde devlet aygıtlarını kapsadığını ortaya koymuş durumda. Son gelişmeler Türkiye de devlet aygıtının yekpare bir blok olmaktan ziyade, güçlü bir siyasal partinin hegemonyacı yükseliş dönemlerinde bile bir mücadele alanı olduğunu gösteriyor.
Aynı gelişmeler buna ek olarak zenginleşmek ve iktidarını muhafaza etmek adına hükümetin devlet aygıtları düzeyinde bu tür bir parçalanmayı ve güç bölüşümünü göze aldığını, daha ötesi rakiplerini bastırmak adına onun bu yapıyı edinmesini doğrudan desteklediğini ortaya koymuştur.
Yaşananlar AKP’nin 1980 sonrası oluşan dar siyasal alanı ve devletin otoriter karakterini muhafaza ederek güç mücadelesini cemaat eliyle kazanma çabasının doğrudan bir ürünü aslında. AKP bu dar siyasi alanı genişletmeyip, devraldığı devletin otoriter yapısını manipüle etmeyi ve onun otoriterlik gibi bazı özelliklerini daha da şiddetlendirmeyi benimsediği için bu süreci yönetemiyor ve yönetemeyecektir. Yapının omurgasının bu kadar zayıf olmasına ve kolayca su almasına yol açan şey, bu dar siyasal alandan ve otoriter devletçiliğe doğru evirilen devletin yapısından besleniyor. Bu dar siyasal alan nedir? Ve onun mevcut devlet aygıtları içi mücadeleyi hangi yönlerden belirlediğini biraz açmak gerekiyor.
Türkiye de zenginleşmeye yönelik ağlarla işgal edilmesi herkesin gözünde normalleşmiş, rızayı meşru yollarla örgütleme kapasitesi son derece zayıf, bu nedenle de ‘’paralel’’ ya da paralel olmayan yollarla şiddet araçlarını kullanmaya her zaman hazır, yurttaşlarının kendisine güveni sürekli şüphe altında olan ve hiç bitmeyen bir tehdit algısının sonucu olarak canlı tutulan olağanüstü hal gerekçesiyle, ‘’hukuku ve demokratik usulleri’’ askıya alan ve bu şekilde anlamsızlaştıran bir devlet yapısı söz konusu.
Bilindiği gibi bu tür bir devlet biçiminin ve aygıtlarının inşası Türkiye burjuvazisi tarafından hararetle desteklendi. 1990 sonrasında da hatırlanacağı gibi askeri darbe ürünü olarak yapılandırılan bu siyasal alan yükselen sosyal adalet talepleri ve Kürt hareketinin yükselişi sonrası biraz genişleyecek olunca, hâkim medya gurupları tarafından da desteklenen askeriye ve polisiye yöntemlerle söz konusu genişlemeyi bastırmak için her yol denendi. Devlet politikaları düzeyinde her türlü eşitlik ve özgürlük talebini ‘’milli birlik ve beraberliğe karşı’’ bir tehdit olarak kodlamanın getirildiğini de unutmamak zorundayız.
Yönetici parti olarak AKP bir taraftan pragmatizmi ve muhafazakârlığı birleştiren bir söylem üzerinden işleyen ve biz ve onlar ayrımına demirlemiş ikilikler etrafında dönen kanaatler ve imajların üretimine dayalı manipülatif bir siyaset yoluyla, diğer taraftan muarızlarına karşı hukuk dışı araçları kullanmayı daha da normalleştirmekten vazgeçmeyen tutumla bu dar siyasi alanı daha da sığlaştırdı. Kamuoyu oluşturmaya yönelik siyaset psikolojisinin yeni araçlarıyla desteklenen ve üretilen siyaset eliyle bu alanı kendi lehine çevirmenin yeni yollarını keşfederek dolaşıma soktu.
Otoriter devletçilik ve Güç siyaseti
Kanaat ve imajların ikili karşıtlıklar üzerinden üretimine dayalı bu sığ siyaseti destekleyen en önemli etmenlerden biride güç siyasetidir. Geniş kalabalıklar açısından güç siyaseti kanaat eksenli kutuplaşmalara esir olmayı, ikili karşıtlıklar etrafında sürüklenmeyi getiriyor. Bir siyasi temsili olanaksız hale getiren son derece adaletsiz yüksek seçim barajı, hukukun muhalifleri ortadan kaldırmak için sürekli askıya alınışı, temel hak ve özgürlüklerin aşırı sınırlı yapısı Türkiye de güç siyasetini herkesin gözünde normalleştiriyor. Siyasal alanı kendi çıkarları doğrultusunda biçimlenmiş bir düzen etrafında şekillendirmenin en iyi aracı olarak saf güç siyasetini en çok AKP teşvik ediyor ve bundan en çok AKP yararlanıyor.
Ancak hemen belirtmek gerekiyor ki güç siyaseti eksenli düşünme ve hareket etmenin çok önemli zaaf ve eksiklikleri var. Geldiğimiz noktada AKP’nin bu dar siyasal alanı manipüle etme ve geçmiş dönem muktedirlerini ve başta Kürt siyaseti olmak üzere her türlü muhalefeti cemaat eliyle bertaraf etme çabasının, içinden çıkılmaz ölçüde devlet aygıtlarının şebekeler tarafından kontrol edilmesini, mevcut siyasetin operasyonlar ve komplolar tarafından şekillenmesinin derinleştirdiğini gösterdi. Aynı zamanda parti tarafından devlet eliyle zenginleşme stratejisinin ifşa olması önemseniyor görülen muhafazakâr değerlerde yaşanan önemli bir çürümeyi de ortaya çıkardı. Bu gelişmelere ve muhafazakâr cenahta açığa çıkan panik havasına bakıp ta hemen aldanmamak gerek.
AKP asıl başarısını yoksullardan orta kesimlere kadar kendi tabanını yegâne çözüm olanağının iktidarı süresince takip ettiği muhafazakâr pragmatizm de yattığına ikna ettiği kadar muhaliflerini de milli/gayrı-milli, laik/gerici, sivil/darbeci vb. ikilikler etrafında kurulan bu dar siyasal alan içerisinde olası başarılı olma şansının güç mücadelesinin parçası olarak stratejik hesaplar yapmaktan geçtiği fikrine razı etmesinde yatıyor. Pragmatik oy hesabına dayalı olarak yapılan aday tercihleri, sosyal adalet eşit yurttaşlık ve özgürlük taleplerinin muhalif siyasal projelerin oluşmasında temel eksen haline gelememesi bunun iyi bir göstergesi.
Devletin bugün uğradığı değişimler ve başkanlık sistemi önerisi başat durumda devlet partisi olan egemen bir kitle partisinin varlığını ve özel rolünü gerekli kılıyor. Süreç yürütme erkinin hâkimiyeti altında ki plebisitçi ve düpedüz kullanılabilir devrelere doğru yer değiştirmektedir. İdarenin demokratik bir çerçeve içinde tekelci sermayenin hegemonyası altında burjuvazinin tamamının gerçek siyasi partisi olarak değişim göstermesi kendiliğinden mümkün olmaz ve bir takım sınırlara takılır. İşte egemen bir devlet partisi zorunluluğu böylece ortaya çıkar ve bu parti bürokratik kararları tabana aktarım kayışı görevlerinin dışında fazladan bir görev daha üstlenir. Devlet idaresini birleştirmek, idarenin farklı kolları ve alt aygıtları arasındaki uyumu hem yatay hem de dikey olarak ilerletmek, yürütme gücünün üst yöneticilerine sadakati kanıtlamak. Bundan böyle yalnızca idarenin yerine getireceği siyasi görevler için bu partinin kendisinin de yürütme erkinin zirveleri tarafından denetlenmesi gerekir. Bunların partinin yöneticisi olmaları denetimi daha da kolaylaştıracaktır. Bu partinin kendisi devlet teşkilatında siyasileşmeyi arttıran bir etken olacaktır. Bu nedenle AKP’nin önerdiği başkanlık sistemi taslağı sadece başkanın değil, başkanın başında olmaya devam edeceği partisinin yönetimine tam hâkimiyeti öngörüyor. Türkiye de sağ siyasetin başkan ve partisi etrafında kalıcı bir biçimde toparlanması ve bu şekilde bir hegemonya kurulması projenin ana amacı olarak görülüyor. Önerinin sadece kişiye özel ve kısa vadeli taktik nedenlerle sınırlı olmasının ötesinde uzun vadeli yapılanma boyutu var. İdarenin doğrudan siyasallaşması nedeniyle egemen devlet partisinin adamlarını devlet teşkilatına yönlendirmesi ölçüsünde devlet memurları ve bürokrasinin de devlet partisi ile bütünleşmesi söz konusu olmaktadır.
AKP cumhurbaşkanı seçiminden sonra, ‘’çoğunluk oyuyla’’ yetkilendirilmiş ve başkanlık sistemi ile yetkileri daha da arttırılacak bir sisteme doğru gidişin yolunu açıyor. AKP’nin Türkiye toplumunu ‘’sayısal çoğunluklara’’ dayanarak yeniden yapılandırma çalışması, sadık çoğunluk veya kendi milleti için ‘inayet’, muhalif kesimler için ‘lütuf’ siyasetini öne çıkarıyor. ‘’ Milli çoğunluğunun’’ sayısal üstünlüğü ve haklılığı üzerinden yapılan yatırım, kendisinden olmayanı ikinci sınıf vatandaş haline sokma ve yaşam tarzına uygun olmayanı dışlama siyaseti üzerinden yürütülüyor. Milli kutsal çoğunluk üzerinden siyasetini kuran bu muhafazakâr akıl, zımni olmanın yeniden tanımlandığı yeni bir siyasal hakikat ve yeni bir siyasi terbiye rejimi tasarlıyor. İslamcı-Milliyetçi muhafazakârlık ‘kendi milletinin’ üzerinde yükseleceği yeni bir millet sistemi inşa ediyor. Erdoğan/AKP artık mutlak çoğunluğa dayalı sayısal iktidarı arzuluyor. Başkanlık sistemi sürecinde ‘’asabi karizmatik liderinin’’ cazibesini, iletişim ve açıklık ahlâkının karşısına koyuyor.
Otoriterleşme ‘’her derde deva’’ olacak mı?
Ancak Erdoğan/AKP denetimindeki Devletin, bunalımları önlemek üzere devreye soktuğu her karşı eğilim, yeni bir bunalımın etmeni haline geliyor. İktidar bloğu içindeki çelişkilerin yaşanılan evreye özgü olarak yoğunlaşması, bu bloğun birleştirilmesi ve hegemonyanın yeniden üretilmesi için devletin siyasi yükümlülüğünü genişletmesini gerektiriyor. Oysa devletin bugünkü ekonomik eylemleri yoğun bir biçimde bazı sermaye kesimlerinin ya da bireysel sermayelerin kesin ekonomik çıkarları lehine ve başkalarının aleyhine işlemektedir. Devletin ekonomik çelişkilerin içine bu doğrudan ve deprem etkisi yaratan müdahalesi iktidar bloğundaki çatlakları derinleştirmekten başka bir şey yapmamaktadır. Üstelik bu çatlaklara siyasi bir nitelik kazandırmakta ve doğrudan siyasi bir bunalım nedeni haline getirerek burjuvazinin hegemonyası ve genel çıkarına devlet tarafından getirilen düzeni durmadan sorgulanır kılmaktadır. Devletin eskiden marjinal konumda oldukları halde sermayenin yeniden üretimi ve temerküzü çerçevesinde genişleyerek bütünleşen bir dizi alanda (şehircilik, taşıma, sağlık, çevre vb.) müdahalesi halk kitlelerinin bu alanlardaki mücadelelerinin büyük ölçüde siyasileşmesine yol açmaktadır. Devletin müdahalelerinin sermayenin çıkarlarıyla olan ilişkileri belirginleşmekte ve devlet halk kitlelerinin nezdinde muazzam bir meşruiyet erozyonuna uğramaktadır. Bugün otoriter devletçilik aynı zamanda kerim devlet ya da refah devleti hayalinin yıkıntıları üzerinde yükselen bir gerçektir. Sanki her şey bunalımların etkilerinin üstesinden gelemeyen bir devletten de fazla olarak, etkilerinin üstesinden gelemediği tırmanan bunalımları daha da yükseltmeyi bizzat üstlenen bir devlet karşısındaymışız gibi cereyan etmektedir.
Erdoğan/AKP İktidarı süresince uygulanan otoriter hegemonyanın siyasi kurum ve düzeneklerin içinde yer değiştirmesinin çok önemli siyasi farklılaşma ve kutuplaşmalar yarattığı görülüyor. Yüksek idarenin bir bölümü kendi tarihsel iflası olarak, ekonomik bunalımı öngörme, önleme ya da yönetme yeteneksizliği olarak gördüğü şeyin siyasi nedenlerinin farkındadır. Sermayenin uluslararasılaşma sürecinde içerilen ve bunalım döneminde hızlanan çelmeler uluslararası çıkara bağlı bir idarenin içinde yaşanan sarsıntılardan söz etmek bile gereksiz. Bürokratik aşama düzeninin işleyişinin yürütme gücünün üst düzeyleri tarafından denetlenen kanallarca devre dışı bırakılması, hükümet politikasının kamusal görevin statü güvencelerini büyük ölçüde çelmelemesi, egemen partinin idarenin içine doğrudan dalması yüksek idarenin bir bölümünde mesafenin oluşmasına yol açar. Toplumsal iş bölümünün derinleşmesi devlet içinde tasarlama-yönetme görevleri ile uygulama görevleri arasında mesafenin derinleşmesine, bilgi ve gücün hızla aygıtın tepelerinde yoğunlaşmasına, bürokratik sırrın giderek daha kısıtlı yönetici çevrelerde tekelleşmesine, aygıtın içinde bile artan bir disipline bağlı otoriterliğe yansımaktadır. Söz konusu bölünmeler karar alma süreçlerini karar alma süreçlerini doğrudan etkilemekte ve idarenin siyasileşmesinden kaynaklanan çelişkileri büyük ölçüde çoğaltmaktadır. Klanlar, klikler ve arpalıklar siyasi bölünmelerin üstüne binmektedir. Böylece idari kavgalar siyasi bölünmeler halinde genelleşerek devleti hegemonyanın örgütleyici rolünü tartışma konusu haline getiren içsel sarsıntılara yol açacaktır.
Yaşanan mücadeleler, devletin idari teşkilatını eskiye nazaran çok daha doğrudan etkilemektedir, çünkü bu mücadeleler, ücretli orta sınıf burjuvazisinin geniş kesimlerini kapsamaktadır. Nihayet otoriter devletçiliğin bizzat kendisi bir ölçüde yeni mücadele biçimleri doğurmaktadır. Tabandan doğrudan bir demokrasi uygulamasını hedefleyen mücadelelerin yüzeye çıktığı görülmektedir. Bu mücadeleler tipik bir karşı devletçiliğin damgasını taşımakta ve öz yönetimsel odakların ve kitlelerin kendilerini ilgilendiren kararlara doğrudan müdahale kanallarının yayılmasıyla dile gelmektedir. Bu gelişmeler devlete ‘’mesafeli’’ de dursa devletin içinde çok büyük dağılma etkileri yaratmaktadır. Hem daha geleneksel, hem de özellikle yeni mücadelelerin damgasını taşıyan bir görüngüdür bu. Kadın hareketleri, çevreci hareketler, yaşam kalitesi için verilen mücadeleler. Otoriter devletçilik kitleleri disipline edici ağları içinde toparlamayı, hatta yetkili devreleri içinde bu kitleleri gerçekten ‘’bütünleştirmeyi’’ başaramadığı gibi, tabandan doğrudan demokrasinin genelleştirilmiş hak talebini, gerçek bir demokratik gereklilikler patlamasını kışkırtmaktadır. Bugün bu vahşi NEO-liberal ekonomi çağında, standart bir nitelik kazanmış olan açgözlülükten, arsız bir iştahtan, sınırsız bir talan ve yağma hırsından söz açacaksak yine para-sermayeden bahsederek yapmalıyız bunu. Asıl gücün/iktidarın kapitalist sermayenin karşısına çıkan hiçbir engele tahammül edemeyen mutlak mantığı olduğu görülmelidir. Bu egemenlerin kibri ve küstahlığı olarak görülen şey piyasanın, sermayenin acımasız diktatörlüğüdür. Sermayenin hegemonyasını pekiştirme görevini yerine getirmeye soyunmuş NEO-Liberal, milliyetçi, İslamcı otoriter muhafazakârlık gölge olarak tasavvur ettiği diğer akım ve eğilimleri alanın dışına itmeyi kesin zaferinin bir önkoşulu sayabilir. Erdoğan/ AKP pek çok adım atabilir. Ama küresel NEO-Liberal projenin sadık bir unsuru olarak bu ekonomik sistemin dışladığı yoksulları ve emekçileri kapsayabilecek bir politika üretmesi temel ideolojik tercihleri, sınıfsal ittifakları ve uluslararası bağlantıları nedeniyle mümkün değildir. Bu nedenle ne ortada ‘’gölgelerin ‘’ dolaşması ne de yeni muhafazakârlığın nüfuz alanını genişletmek için göstereceği çaba ortada hâlâ büyük bir boşluk olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu dini muhafazakâr hegemonya ne ölçüde kudretli bir denetim sunarsa sunsun sınıfsal çıkarların uzlaşmaz karşıtlığı varlığını devam ettirmekte, mevcut eşitsiz ilişki biçimlerinin gerçekliğini haykırmaktadır.
Ne yapılmalı?
Kritik eşiğin aşıldığını düşündüğü andan itibaren Erdoğan/AKP, hem tabanın bağlılığını devam ettirme açısından hem olası toplumsal muhalefet dinamiklerinin gelişmesini bertaraf etmek açısından belirli türden siyasi hamleler yapmaya yönelecektir. Yine, yeniden İşçi hareketine, sosyalist muhalefete, sokak eylemliğine alabildiğine polis terörüyle saldıracak, insanların yaşam tarzlarına müdahale yönünde daha cüretkâr girişimlerde bulunulacak, itaat eden ve lütuf dilenen bir toplum yaratma yönünde düzenlemeler yapılacaktır. Atılan adımlar mevcut otoriter yapıyı pekiştirmek üzere atılıyorsa, otoritenin üniformalı ya da üniformasız olarak uygulanması fark etmez, her iki durumda da tereddütsüz ve aynı şiddette karşı çıkmak gerekir. Bu açıdan önümüzdeki aylar Türkiye toplumunun, şimdilik Tayyip Erdoğan’ın elinde güç bulan otoriter liderlik geleneği ve otoriter yönetim tarzını, başka bir otoriter güce sırtını yaslamadan son vermeyi başarıp başaramayacağını, Tek adam rejimini yeniden tesis etmeye çalışan siyasal figüre toplumun kendi başına dur diyebilme güç, cesaret ve becerisini gösterip gösteremeyeceğini göreceğiz.
Bu nedenle iktidar bloğu içi kavganın tetiklediği gündelik heyecana kapılmadan güçlü bir sosyal adalet talebini merkeze alarak yaşadığımız eşitsizliği ve özgürlüklerin sınırlanmasını sorun haline getiren, sosyal adalet ve tanınma mücadeleleri arasındaki güçlü bağları özgürlükçü yurttaşlık siyaseti üzerinden ören bir muhalefetin unsurlarının ve yapılarının ne olabileceğini düşünmemiz gerekiyor. Toplumun çelişkileri her birimize zarar veriyor, aptallaştırıyor, tıkıyor, çarpıtıyor. Bu çelişkilerin çözümü devrimin kendisinin eseri olacağı için, hareket de bunlardan etkilenecektir. Fakat bu çelişkiler kavranmalı, strateji geliştirmek için kullanılmalıdır. Hiçbir birey ya da gurubun kurtuluş deneyi, savaştığı sistemin bu buluşmasından kaçamaz. Zarar getirecek unsurlar bir kenara bırakılamaz bunlarla kendi zeminlerinde savaşılmalıdır. Bu da içinde bulunulan durum tarafından tanımlanmış siyasi çerçeve içinde yürütülmesi gerektiği, düzenin içinde düzenin radikal eleştirisinin sürdürülmesi gerektiği anlamına gelir. Topluluk inşa etmenin ana malzemesi olan, ancak bir yerlerde bu amaca artık hizmet edemeyecek kadar dayanıksızlaşmış, çarpıklaşmış, sulanmış olarak duran dostluk ve dayanışmayı tekrar hatırlamak gerekiyor.
Özgürlükçü kolektif aklın işleyişine alan açarak yeni özneleşme süreçlerini harekete geçiren hareketlere daha çok ihtiyaç var. Bu tür hareketler belki arzuladığımız türden siyasal yapıları hemen doğurmasa da eşitliği ve özgürlüğü dert edinen ve bu doğrultuda sosyal adalet talebini, otoriterlik karşıtı muhalefeti ve tanınma mücadelesini birleştiren bir siyasetin nerelerde kök salabileceğini bize gösterdi. Tamamen çıkar ağlarına batmış, bütünüyle kişiselleşmiş ve daha da otoriterleşme yönünde meyleden, izlediği ekonomi politikalarıyla eşitsizliği ve yoksulluğu genelleştirmekten başka bir şey yapmayan bir devlet yapısının ortadan kaldırılması ancak bu türden güçlü bir müdahaleyle mümkün hale gelebilir.
Bunun içinde çağrıyı muktedirlere değil, gemi batarsa filikalarda asla bir yeri olmayan ve siyasetin aritmetik güç hesabına dâhil edilmeyen yarınsız, dışlanan ve görülmeyen ezilen sınıflara çıkarmamız ve onların bizimle ortak olan dertlerini kendi bakış açımızda, kendimizi ise yan yana yaşadığımız onların dünyasında görünür hale getirecek yeni yollar ve kavramlar bulmamız gerekli. Hareket romantizmi yapmak ile sosyal hareketlerden siyasal dersler çıkarmayı birbirine karıştırmadan bu sığ siyasal yapıyı hangi yollarla dönüştürebileceğimizi hep birlikte bulabiliriz. Marks insanların önlerine ancak çözebilecekleri sorunları koyduğunu söylerken kastettiği entelektüeller değil, kanaat ve imajların bombardımanında görünmez hale gelen, siyasetin klasikleşmiş güç mücadelesinde doğrudan bir yeri olmayan kesimlerdi. Bu seferde yanıtlarımızı yeni türde kitle oluşları harekete geçirebileceğimiz durumlarda bulacağız. Ölümcül tekmeler atan ‘’adaleti’’ ortadan kaldırmak için ‘batsın adaletiniz’ diyen isyan çığlığına katılmalıyız. Vergilerimizi soyanları, kentimizi talan edenleri, çocuklarımızın katillerini aklayanlara karşı vicdanlarımızın bir cevabı olmalıdır.
Average Rating