

HALEBÇE, SESSİZ ÇIĞLIĞIMIZ
HALEBÇE KATLİAMINI HATIRLAMAK
Yakup Aslan
16 Mart 1988’de zehirli gaz bombalarını taşıyan MiG-23 Irak savaş uçakları, İran ve peşmergelerin kontrolüne geçmiş olan Halepçe kasabasına kimyasal bombardıman düzenlendi. İran askerleri ve Peşmergelerle birlikte 5.000’den fazla insanın öldüğü, 10.000’den fazla insanın da yaralandığı tahmin ediliyordu. Ancak Irak Savaşı’ndan sonra bölgeye giren yabancılar tarafından bu rakamın daha da büyük olduğu tespit edildi. Yaşananları tarif etmek kolay değil.
“Gelî me gele gunehe. Belingaz û perîşane…” Ruh halimiz bu…
Halebçe katliamı yıl dönümlerinde yüreğimi kanatan travmalar, her yıldönümünde canımı karanlık bir cendere içerisine sürüklemeye, öğütmeye devam ediyor. Yaralarım, dertlerim kara bir toz bulutu gibi bütün hayatımı kuşatmaya devam ediyor. Fermanımız imzalanmış, her yanımız ateş, duman ve ölüm. Feryadımız, boğazımızda düğümlenen hıçkırıklara dönüşüyor, bizi duyan yok. Halebçe’ye düşen bombaların yüz misli benim yüreğime düşüyor, dünyanın sessiz kaldığı bu vahşet içimde bir iniltiye dönüşüyor.
Yıl 1988 Tahran’da bir medresenin küçük hücresinde arkadaşımla birlikte kalıyoruz, dünya yeni ısınmaya başlamış ama kaldığımız kent yaz havasında, havadan dolayı kimi zaman klimayı çalıştırıyoruz. O gece de sıcaktı. Klimayı çalıştırmış ve kapatma fırsatı olmadan uyumuştuk. Bu gece her geceden farklıydı. Bir gariplik vardı gecede, ruhumun derinliklerinde, üzerimde. Kilometrelerce uzakta da olsam anı ruhumun derinliklerinde yaşıyordum. Yeşil bir ovanın içinde yer alan şehrin toprak sokaklarında, kardeşimle birlikte mutlu dolaşıyorduk. Yapraklar, kuşlar, yeni bir hayatın rengini yansıtan çiçekler mutluluğundaydı. Garip bir şey. Herkes mutluyken, benim içimde anlam veremediğim bir sıkıntı vardı. Bu suskunluğuma yansımıştı. Anneler çocuklarını emzirdikleri, çocuklar meydanlarda oynadıkları, ev halkı sofralarının başında yemek yediği bir zamanda, aniden üzerimize bir kabus gibi çöken savaş uçakları kin kusuyorlar. Ateş kustular, kan kustular. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar tırpanla biçilmiş başaklar gibi savruldular. Yüreğine kan damlayan yaralılar “hewar! Hewar! Ma kes nîne bi hewara me bêtin!” feryatlarını göğe yükseltiyorlardı. Kimse duymuyordu, duymadı. Biz kalabalık bir grup kurtulmak için dağa doğru kaçmaya çalışıyorduk. Arkamızdan sarı, yeşil, beyaz, kara bir toz bulutu bizi kovalıyordu. Kime dokunduysa, taş kesildi. Ağaçlar yandı, yapraklar kurudu. Toz, her dokunduğunu yakıyordu. Elimi tutmuş, gözlerime yalvarırcasına bakan kardeşimi kurtarmak için çırpındım. İkimizin bakışları birbirinde dondu ve olduğumuz yerde kaldık. Kardeşim düştü, kucaklayıp siper olmak istedim olamadım. Donmuştum. Arkadan gelen yaşlı bir adam ensemden tutup beni sürükledi, o toz bulutundan kurtarmaya çalıştı. İçim kanıyordu, sadece bunu hissediyordum. Çığlık atmaya çalışmam boşunaydı. İnsanların pirinç taneleri gibi etrafa savrulduğu alandan, dağa doğru çıkmayı başarabilmiştik, ancak toz bulutu pençelerini bizi dokundurmak için takipteydi. Yeniden donuyordum.. Buz dağlarının arasına sıkışmış gibiydim.
Yaşlı adam beni bırakmadı ve dağın zirvesine taşıdı. Temiz havayla buluşunca çıkmak üzere olan can çıkmadı. Ama ben artık sessiz bir ölüydüm. Ölüm tarlalarının içinden dağın zirvesine kadar çıkabilmiştim, çıkmasına da bedenimin bütün parçaları sarı toz bulutunun içinde kalmıştı. Kan revan içerisindeydim. Çaresiz, umutsuz ve kimsesiz bir halde feryat edecek güce de sahip değildim. Ölümü, acıyı yaşamıştım. Sabahın serin esintisi arasından naif bir seda ezanı okumaya başladı… Allahu ekber! Allahu ekber!
Buz gibi bir suyun içinde yüzüyordum adeta. Dehşet, korku ve ateş içerisinde uyandığımda klima daha çalışıyordu. Bu rüyaya ancak, akşam haberlerinde Halebçe’ye atılan kimyasal bomba görüntülerini gördükten sonra anlam verebildim. Orada yaşananları, bütün ruhumla yaşamıştı. Yasını bile tutamadığım acım bununla sınırlı değildi. Yirmi gün sonra Urumiye devrim muhafızlarının komploculara taş çıkarırcasına, beni ziyaret için dağdan kaçak yollarla gelmiş olan ‘yaşlı babamı ABD casusu diye yakaladıklarını ve işkence altında olduğunu’ öğreniyordum. Acıya dönüşen mutluluk, kışa dönen bahar, bombardımandan kurtuluşun simgesi haline gelen dağ, bombardıman, düşmanlık ve işkence. İşte ruhumun travmalarının gerçek kaynağı.
Baas Partisi diktatoryal rejimi, Kürtlerin muhalefetinden ve kimi zaman İran İslam İnkılabına desteğinden imha konseptini devreye sokmuştu. 86’dan 88 yılına kadar süren Enfal imha harekatının devamında, korku, dehşet ve ümitsizliği hâkim kılmak için kimyasal bombalarla toplu kıyıma karar verdi/verdiler ve Halebçe üzerine kimyasal bombalar yağdırdı. Enfal operasyonu bütün boyutlarıyla devam ederken, İran ordusu Irak topraklarına doğru bir saldırı başlattı. Kürdistan Yurtseverler Birliği, Celal Talabani önderliğinde İran birliklerine yardım etti ve Halebçe İran güçlerinin kontrolüne geçti. İşte ne olduysa bundan sonra oldu. İnsan öldürmenin bütün yöntemlerini iyi bilen ve bundan dolayı Kimyasal Ali lakabına layık görülen Korgenaral Ali Hasan Majit Tikriti, zulmün, cinayetin tarihini yeniden yazmak maksadıyla, dünya canilerinin zehrini Halebçe’nin üzerine yağdırdı. Hayat bir anda zehre dönüştü. Beş binden fazla insanın katledildiği ve on bin civarında yaralının olduğu açıklandıysa da, incelemeler zayiatın daha büyük olduğunu gösteriyordu.
Neden bu insanlar öldürüldü? Günahları neydi? Savaşın gerekçesi, masum insanların öldürülmesini, hangi gerekçe haklı gösterebilir? Katliamdan beş ay sonra iki ülke arasında barış ilan edildi veya daha doğrusu İran tek taraflı barış kararı aldı. Irak güçleri ateşkesten beş gün sonra Halebçe’ye karşı yeni bir operasyon düzenlediler ve yüzlerce sivili katlederek şehri yeniden ele geçirdiler. On binlerce sivil, yeni bir toplu katliamın habercisi olan operasyondan kurtulmak için, kış şartlarında Çukurca sınırlarındaki dağları aşmaya çalıştılar. Çamurda, yalın ayak, çaresiz bir şekilde geldikleri ülkede “Kuzey Iraklılar” olarak anıldılar. Sınırın bu yanında fırsatçılar, insanlıktan nasibini alamayanlar, onların çaresizliğinden yararlanmaya çalışmadı değil. Onlara yapılan zulme bir yenisini ekleyerek, tarihe kara bir leke bıraktılar.
İran’a karşı Irak rejimini destekleyen ABD, bombardıman konusunda zihinlerini bulandırmaya çalıştı. ABD 2004 yılında yayınladığı raporla, zehirli silahların İran’a ait olduğunu iddia etti. Ancak bir gerçek vardı o da Irak’ın bu katliamı tek başına gerçekleştirmediğiydi. Kimyasal bombalar sadece Halebçe’de yaşayan insanları öldürmedi, onların neslini de kurutmayı amaçladı, tabiatın dengesini bozdu ve uzun yıllara yayılan caniliğin temellerini attı. Yapılan araştırmalarda, Halebçe’de özürlü doğumların oranının Hiroşima ve Nagasaki’den onlarca kat daha fazlası olduğu vurgusu yapıldı.
Türkiye’ye sığınan Kürtler olmasaydı, belki dünya bu katliamdan, acıdan haberdar olmayacak ve cinayetin boyutlarını öğrenemeyecekti. Medyada cinayetin ipuçlarını veren görüntüler öfkeyi, intikamı, cinayeti, cinneti, insani değerlerden arınmayı açıklamaya yetiyordu. Her taraf ceset doluydu, günler sonrasında şehre görüntü almaya giden gazeteciler, insan cesedi kokusundan hareket edemiyorlardı. İsmi konulmamış bir savaşın travmalarıyla tanışan çocuklar, kimyasal bombaların ateşinde yanmıştı. Derileri yanan küçük çocuklar ya babalarının kucağında, birlikte taş kesilmişlerdi, ya da annelerinin kucağından yere savrulmuşlardı. Saddam’ın böyle bir canilik yapacağına ihtimal vermeyen aileler, avlularında, balkonlarda sofralarını açmış güne çocuklarıyla mutlu bir şekilde başlamanın hazırlığını yapıyorken, kimyasal bombalarla donmuş haldeydiler. Şehirden kaçmayı başarabilenler, çukurlarda, tarlalarda toplu halde donmuşlardı. Irkçı benlik, diktatörlük bumerang misali dönüp dönüp Saddam’ı vuran ilkel gurur oldu ve hakkettiği cezayı efendileri en rezil haliyle verdi.
Kürtlere yönelik tüm katliam, red ve inkârların temelini de aynı şekilde siyasal özne/statü, bu perspektifteki hak talepleri oluşturmuştur. Yani denklemin her iki tarafı da meseleyi siyasal özne/statü biçiminde anlamış ve bunun gereğini yerine getirmeye çalışmıştır. Kürtler diğer uluslar gibi kendilerini koruyabilecek bir statüyü talep ediyorlar. Bunun da literatürdeki adı ‘Ulusların kendi kaderini tayin hakkıdır!’ Misak-ı milli sınırlarını kutsayanlar bu gerçeği kabul etmeye hiçbir zaman yanaşmamışlar ve dolayısıyla imha yöntemi devlet ritüeli, retoriği haline getirilmiştir. Her zaman egemen statüko kendisini “aktör” görmüş, Kürtlere biçilen konum ise “figür, unsur ve enstrüman!” olmuştur. Hakim akıl, bu imkanı kaçırmamak için, asimilasyon ve entegre projeleri hayatın tamamına hakim kılınmıştır. Yani ‘seni oyalar, aldatır, parçalar başına iner, yok ederim’ anlayışı baskı politikaları temel paradigma olarak hep devrede olmuştur.
Halebçe’de “Elma kokusu” ile başlayan sessiz ölüm, sessiz çığlıkla tarihe bir kara leke olarak düştü. Ölüm kimyasal bombalara yağdı, işledikleri cinayetin izlerini kaybettirmek için algı operasyonu yapmayı da ihmal etmediler. Oysa onların işlediği cinayetin etkisi yıllarca sürecek ve ruhunda bu acının travmalarını yaşayan her insan, canilere lanet okumaya devam edecekti. Bunun farkında değillerdi. Ölüm tarlaları ortaya çıktıkça, Halebçe’nin nasıl bir zulümle karşı karşıya olduğu daha iyi anlayacaktı. Tarih, onların bu insanlık dışı çehrelerini unutmayacak ve onların kararmış vicdanlarını insanlığa ifşa etmeye devam edecektir.
Halebçe zulmünü, bu zulmü reva görenleri, seyirci kalanları bütün insanlık lanetledi. Allah zalimleri sevmez, biz de sevmeyiz. Saddam’ı kucaklamaya, kutsamaya gelenler de bu lanetten nasibini aldı. İlahi adalet yeryüzünde de bu zalimlerin nasıl rezil olduklarını hepimize gösterdi. Halebçe’de yaşananlar tarihte benzeri az görülen barbarlığın en uç noktasıydı. Sahipsiz insanlara cinnet içerisinde olan ırkçılığın neler yapmaya muktedir olduğunu ve yaptığını bu katliamı bütün ayrıntılarıyla gösteriyor. Her bahar ayında, diktatörlerin işlemiş olduğu cinayetlerin ruhumuzda oluşturduğu derin travmaların anaforunda kaybolmamak için, çaresiz bir şekilde direniyoruz. Mazlum ve masum insanlara karşı işlenen sistematik cinayetlerin sonu gelmiyor. Bir insanlık suçu olarak özgür iradelerin belleğinden silinmeyecek bu barbarlıkları gerçekleştirenler kadar, onları mazur göstermeye çalışanlar veya olayı sulandırmak suretiyle üstünü örtmek isteyenler de sorumludur. Bu katliam sadece ırkçı bir refleksle sınırlı değil; sosyolojik, psikolojik ve ekonomik boyutları da söz konusudur. Olay sadece ölmüş olanların acısıyla sınırlı kalmıyor. Bu barbarlıkların tamamı bilinçli ve planlı bir şekilde yapılmaktadır. Barbarlık suçları sadece masum insanları öldürmekle de sınırlı değil. Olayı sadece işlenen cinayetlerden ibaret görmek/sınırlamak, barbarların suçunu hafifletmeye veya paklamaya çalışma çabasıdır. Yaklaşık bir asırdan fazladır bu topraklarda zulüm, ulus devletlerin resmi retoriği olarak sürdürülüyor. Egemenler bütün dünyanın gözleri önünde akla hayale gelmeyecek canilikler sergiliyorlar. Dolaylı veya açık bir şeklide imha konsepti bütün boyutlara uygulanıyor. Fiziki olarak imha etmenin yanında, ruhen ve zihnen de imha edilmeye çalışılıyor. Entegre, dönüştürülme projeleri tutmayınca da nsanlar diri diri yakılıyor, kimyasal bombalar kullanılıyor.
İlahiyatçı Prof. Dr. Abdulkerim Zeydân’ın “Seddü’z-zerâi” fetvasıyla 1988 yılında gerçekleştirilen Halepçe katliamı, sadece kimyasal bombalarla öldürülen masum insanların acısından, feryadından ibaret değil. Çoğu haber bile olmamış canilikler, tecavüzler, toplu imhalar var. İşlenen cinayetlerin çerçevesi içerisinde, üzerinde hiç de konuşulmayan gerçekler var. İhanetler, acılar, göçler, korku, sindirmeler, dehşet, feryat birbiriyle bütünleşmiş halde hayatı kuşatmaktadır. Bunun arkası kesilmiyor. Öfke, kin ve öç alma duygusuyla hareket ediliyor. Böyle bir ilkelliği, hukuksuzluğu hangi bahane aklayabilir? Bir devlet kendi vatandaşına böyle bir ölümü hangi yasaya, vicdana göre layık görüyor? Halepçe’de binlerce insana layık görülen zulüm sarmalı, bugün de Orta Doğu’da bütün barbarlığıyla devam ediyor. Kendi halkına zulmeden devletler, başka mazlumların savunuculuğuna soyunuyor. Hami rolündeki bu kabadayılar ciddi bir paradoks içerisindedirler. Ne yazık ki bu akıl donukluğu topluma da yansımıştır. Handikap bir bütünlük arz ediyor. Bizim kaygımız/maksadımız gerçeğin üstündeki yalan ve riyakarca hazırlanan projelerin, politikaların üzerindeki örtüyü kaldırmaktır. Hiçbir politika tek boyutlu değildir. Toplumsal olay ya da kavramlar tarihsel perspektifle yaklaşılmadan anlaşılamazlar. Her toplumsal olgu kendi tarihsel süreci, olgusu, dinamikleri içinde değerlendirilmelidir. Halebçe, üzerinde çok düşünülmesi gereken vahşetin adıdır… Beni ensemden yakalayıp, dağın zirvelerine sürükleyen ve yeniden hayat bulmamı sağlayan yaşlı adam, “fişekê bide ber birnoya xwe, bi Xwudê gelî me gele gunehe. Belingaz û perîşane…” derken içine gömdüğü ve diri diri gömüldüğü acının köhnemiş travmalarını özetliyordu.
Yakup ASLAN-Teletex News24
Average Rating