
Bedros Dağlıyan / ÜTOPYA – OLMAYAN ÜLKEM…
Kuru bir soğuk, dizlerimi yaktığında bilirim ki Şubat ayındayız. Kalın kara bulutların kapattığı gökyüzü beni, bizi derin ıslah olmaz bir melankoliyle baş başa bırakır… Hoş çoğu sevmez, ama ben bu tür havaları ve soğuğu severim. Anadolu insanının ‘göççük’ ay dediği Şubat’ı da doğduğum ay olmasından olsa gerek, oldukça fazla….
Otururum, yağmur gören bir pencere kenarına, Bach’ın o melankolik müziğiyle esrik; önümde beni içine çeken kitaplar; umutlu günlerin ütopik yarınlarına dalar giderim. Bir tek, o olmayan ülkede sâlâha ererim. Bir tek o ülke de kendim olurum.
Ah o erişilmez ütopya. Platon öğretmeni olan Sokrates’in haksız yere öldürülmesinden sonra adalete dayanan bir ütopik devleti, olmayan ülkeyi düşünür. Francis Bacon “Nova Atlantis” adlı eserinde bir ada ülkeden söz eder ya. Namuslu ve erdemli halkın istediği tek şey bilimin ışığıdır. Bunun için her on yılda bir başka ülkelere seyahat ederler. Kesinlikle rüşvet almazlar.
Bazen bu kederli Şubat sabahlarında böyle bir ülkeyi düşleyerek mutlu umut dolu bir sabaha uyanırım. Tazecik hıyarın işveli görüntüsü ve beyaz peynirin katıklığı beni yeni demlenen çayın kokusuyla birlikte umuda götürür…
Farabi toplumları ikiye ayırmış. Erdemli ve erdemsiz… Ben buna bir de vicdan ve insanlığı katıyorum. Ona göre, erdemsiz toplumlarda gruplar arasında birlik yoktur ve devamlı savaş durumundadırlar. Tek amaçları dünya işleri ile uğraşmak ve maddi çıkarları için her yolu mubah saymaktır. Buradaki insanlar arasında daha çok servet ve iktidar hırsı vardır. Böyle bir toplumsa, kötü toplumdur diye devam eder. Nasıl da tanıdık gelir, değil mi bu satırlar, Farabi’nin düşünceleri…
Bu sabah er vakti evden çıktım. Ayazın soğuk nefesi paçalarımdan sinsice girerken yürüdüm. O buzlu hava beni aniden kendime getirirken çıtır simiti satan güleçyüzlü bir dedenin genç sesine koşturdum. Sattığı simitler gibiydi sesi… Onca simidi bitirmenin keyfi sakallı yüzüne vurmuştu besbelli. Alırken “Çok hayırlı bir iş yaptın bu sabah” deyiverince güldüm” Sağ ol can” dedim.
Farabi,El-medinet-ül Fazıla adlı eserinde, erdemli toplum modelini önerir. Bu toplumda, insanlar birbirlerini severler. Yine bu toplumda insanlar uzman oldukları işi yaparlar ve böylece uyumlu bir toplum modelini oluştururlar. Bu toplum, erdemli insanlardan ve bilgelerden oluşur. Bu toplumda dayanışma vardır. Bireylerin birbirlerine yardım etmesi mutluluğu ve erdemi doğurur. Yardımlaşmayı engelleyen her şey ortadan kaldırılmalıdır.
Thomas More ise İngiltere krallığının halk üzerinde yoğun baskı kurduğu bir dönemde ‘’ ÜTOPYA’’ adlı eserinde, şöyle bir devlet modeli önerir.
More’a göre o dönemin İngiltere’sinde bütün kötülükler, mal ve mülkün zengin lâkin işsiz – güçsüz bir sınıfın elinde toplanmış olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden halk maddi ve manevi yoksulluğa düşmüştür. Bu durumdan kurtulmanın tek bir yolu özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır. Her türlü inanca ve dine hoşgörü vardır. Bu ülkede çoğunluk tek Tanrı’ya inanır. Kimse kimsenin dinini küçümsemez, çünkü bu suçtur. Altın ve elmas gibi şeylere değer verilmez Burada iyi eğitim verildiği için hiç kimse ihtiyacından fazlasını almaz.
Burada özel mülkiyet ve lüks üretim yasaktır.
Campanella adlı İtalyan rahibi ve filozofu ise serbest düşünceli bir din adamıdır; bu yüzden kilise tarafından ölüme mahkum edilmiştir.
İspanyollara karşı isyan çıkarma suçundan 27 yıl hapse mahkûm olmuş ve ‘’GÜNEŞ ÜLKESİ’’ adlı eserini burada yazmıştır. Bu eserini yazarken hem Platon’un hem de kilisenin ideolojisinin etkisi altında kalmıştır.
Campanella, yaşadığı dönemin İtalya’sında iki tip insan olduğunu görmüştür. İnsanların büyük çoğunluğu, bitmek bilmeyen yüklerin altında ezilmektedir. Buna karşılık geride kalan çok az sayıda insan ise aylaklık, tembellik, zevk ve eğlence yüzünden çöküp gitmektedir. Bu durumun önüne geçebilmek için neler yapılmasına gerektiğine ilişkin bir eser yazar. Bu eserde, Hint Okyanusundaki bir adada, gerçekte var olmayan ideal bir devlet tasarlamıştır.
Hiçbir vakit Machiavelli’nin ‘’Hükümdar’ı n da anlatıldığı gibi güçlü birlik ve beraberliğe sahip otoriter bir devlet anlayışına sahip olmayacağımı biliyorum. Sömürenlerin kendi yaptığı kaosu yok etmek için insan haklarını, işçi, köylü, emekçi haklarını yok sayıp; birlik ve beraberliği sağlamak için otoriter bir anlayışa sahip bir yönetim arzu etmeleri tümüyle yanlıştır. “Amaçlar, araçları meşru kılar görüşü” hem o zaman hem de şimdilerde sömüren hükumetlerin görüşü değil midir?
Machivelli’ye göre güçlü iktidar uğruna ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Ona göre ‘’insanlar, ya okşanmalı ya da söndürülmelidir; çünkü insanlar hafif zararlardan sonra intikam alırlar. Ağır zararlardan sonra ise intikam alacak halleri kalmaz. Bir insana yapılan kötülük öyle olmalıdır ki, intikamdan korkmaya yer kalmasın… Bak bak! Nasıl da tanıdık geliyor…
Gece vakti George Orwel’in 1984 romanını okurken bir taraftan da düşünüyorum. Orwel bu dünyadaki yönetimlerin nasıl birer tiranlığa dönüştüğünü, teknolojinin insanları baskı altında tutmak için nasıl gaddarca kullanıldığını anlatır. Herkes birbirini ihbar edip, birbirinin ayağını çekerken ne yapmalıyız, der. Sömürü ve baskı düzenine karşı ezilenlerin bir araya gelmesini düşünürken, bunu sağlamanın koşullarını da oluşturacağız.
Bu yazının sonuna doğru benim ütopyamın Sınıfsız bir toplumun oluşturduğu bir ülkeden başkası olamayacağını düşünüyorum. Gece ayazında aşağıda miyavlayan kedilere yemek verip başlarını okşuyorum. Nasıl da bunda hoşnut gurulduyorlar.
Thomas More’nin öldürülmeden hemen önce söylediği sözler kaplıyor gecemi ve düşüncelerimi… “Krala gönlüm borçlu kaldı. Bu berbat dünyanın acılarından beni böyle çabuk kurtarma yüceliği gösterdiği için.” Belki de onun gibi sakalımızı yana ayırıp şöyle de demeliyiz gülerek: “ Sakalım vatana ihanet etmedi; o bari ölüm cezasına çarptırılmasın…” / Bedros Dağlıyan
Average Rating