
ÜTOPYA ÜZERİNE İNŞA EDİLEN PARADİGMANIN ÇÖKÜŞÜ / Yakup ASLAN
Toplumun tamamında olmasa bile belirli bir kesimde “BARIŞ”a dair belki de yersiz olan, şartları oluşmayan bir beklenti vardı. Toplumda kangrene dönüşmüş çözüm bekleyen sorunlar varlığını koruyor. Eminlik, adalet, hak, hukuk değer savunuculuğuyla zihinlerde yer bulmuş İslamcılığın kanayan toplumsal yaraya, merhem olması beklentisi ve bunu yaparken de adalet ekseninden kaymaması bir umut olarak hep vardı. İslamcılıktan beklenen, devletin toplum mühendislerinden önce kanayan bu yaraya çözüm üretmek olmalıydı ve bu savunulan değerlerin karşılığı olurdu. Kafa karışıklığıyla bir misyonu sahiplenen bu kesimler, yükselen siyasal bilincin etkisiyle teoride birşeyler üretme çabası içerisinde görünseler de, pratikte aynı çabayı göstermedikleri, gösterdiklerinde ise, tamamen kadim devlet ritüeliyle olayı sulandırmaya ve yozlaştırmaya çalışmanın ötesinde bir samimiyet sergilemedikleri gözlendi. Teoride özgün duruşlardan söz edilse de, pratikte kadim mantığın gölgesinde kalmaktan, geleneğin ruhsalını yansıtmaktan kendisini kurtaramadı. İslam’ın kadim tecrübe, birikim, ve eminlik vasfı, sünepe çıkar ve hedefler uğruna heder edilmemeliydi. Yükselen siyasal Kürt bilincinin karşısında, değişik alanlarda varlık sergileyen İslamcılar, kendilerine ait olmayan düşünme metodolojisi ve kutsal devleti koruma refleksiyle, çok yönlü soykırıma, kutsallar kamuflajında asimile projelerine seyirci kalmanın yanında, tarihin akışını doğru okuyamayarak hakka, haklıya karşı duruşu da sergilediler. Kendisini ifade etmekten, ruhsalına özgüveni hâkim kılmaktan çekinen Kürt Müslümanlar da çoğu kez bu refleksin savunucusu zeminine savruldular. Şeytani yöntemlerle, parçalanamaya çalışılan Kürt siyasal aklı bu yeni süreçte, iki orjin tercih etrafında varlık sergilemeye başladı. Kürt siyasi bilinçlenmenin çevresinde kümelenenlerin karşısında, tamamen devlet aklıyla hareket eden milliyetçiliğe kadar sivrilmiş olanlarla birlikte, zihin bulunakları değişmeyen, kutsal argümanlara sığınmasına rağmen olaylara devlet aklıyla bakma kompleksinden kurtulamayan kesimlerin oluşturduğunu da söyleyebiliriz. Bu coğrafyada İslamcılık; ortaya çıktığı ve tarihsel olduğunu unuttuğu zamandan beri sürekli bir anlam ve hedef karışıklığı yaşamakla birlikte ortaya çıktığı koşullardan bağımsız olmaksızın da bir tarih yanılgısı/anakronizm yaşamıştır. Bu sebeple, İslam ile İslamcılık eşitlenmeye çalışılmıştır. ‘Hakikat’ bilgisi ile ‘Hakikat’in kendisi arasındaki fark birbirine karşınca, bu tezi ileri sürenler de kendilerini hakikatin sahibi ve merkezi olarak görme yanılgısına düşmüş, bu da tabiatıyla bunu iddia edenlerin kusur ve hataları ile malul olmuştur. İslamcılık dediğimiz ve tarihsel olmakla malul bu fikir/ideoloji, temelde ortaya çıktığı tarihsel bağlamı ve konjontürel koordinatları itibarı ile döneminin ruhsalını yansıtan ve o kesitin imkânları ile mahut bir düşünüş ve refleks iken, bu tarihsel ve vakıi olan ile ahlaki/değer merkezli olan aynı kefeye konulunca bugün içinde bulunduğumuz fotoğraf da arkaplan olarak daha da anlaşılmış olur.
İslamcılık düşüncesi; Batı karşısında sürekli bir yenilme ve geri çekilme psikolojisi içinde, dönemin düşünme metodolojisi ve hilafet ilişki dinamiğinden kaynaklı/tandanslı imparatorluk bakiyesini kurtarabilmek amaçlı, ancak değerlere yeniden dönüş ve diriliş arayışı içinde biçimlenmiş bir akım iken; bugün hala bu düşünüş ve geriye hasretle bakış psikolojisi, sendromu aşılabilmiş ve bu melankoli yüzünden ayaklarının altını görebilmek için yüzünü geçmişten bugüne döndürebilme rüşdünü gösterebilmiş değildir. Bu sebeple travmatiktir ve kendi olabilmiş değildir. Hilafetin ilga edildiği cumhuriyet sürecine gelindiğinde bu yüzden şaşkın ve siyaset felsefesi açısından da oldukça çorak bir refleksle ‘yeniden hilafet’ tezlerine sarılarak muhalif duruşuna dinsel argümanlar geliştirmeye, bunların da içini dolduramayınca ikna edicilikten uzak bir duygusallık sularında kalmak durumuna düşmüştür.
Batının önlenemeyen yükselişi ve ardı ardına gelen yenilgiler bu travmatik zihnin savunmacı bir dil kurmasına ve özgün tezler geliştirememesine önemli ölçüde etki etmiştir. Bu sebeple akıp giden hayata karşı söyleyecek şeyleri kendi orjin ve özgün değer skalasına yaslanmak yerine, karşıtı üzerinden ve onun tezlerinin simetrisini çıkararak formüle ettiği bir edilgen tavır içine girilmiştir. Yani bu tarihsel İslamcılık tecrübesi, akıp giden, karmaşıklaşan ve sürekli değişen dünyaya üzerinde vaziyet edilen alanların spesifik/karakteristik bir hal almasına karşı dinamik ve özgün fikirler ‘üretmek’ yerine, karşıtı olduğu Batının iddialarına cevaplar yetiştirmek ve bunları da geçmişin bulanık zihinlerinden derleyerek kotarmak zorunda kalmıştır.
Şeyh Said ayaklanması sonrası gerçekleşen imha operasyonları ve cumhuriyetin kurumlaşma süreci ile birlikte bir varoluş mücadelesine dönüşen İslamcılık zorunlu olarak temel kimlik vurgusunun dışında bir üretim gerçekleştirememiş, koşulların ağırlığı ve şiddetli baskılar yüzünden sığ bir dindarlık ritüeli üzerinden varlığını ikame etmekten başka bir çıkış bulamamıştır. Geçmişten devraldığı ve fıkıh-hukuk (dolayısı ile biçim/şekilcilik) merkezli bir dindarlık içine sıkışıp kalmıştır. Ancak bu sadece bu dönemin zor koşulları ile değil, yüzyıllardır devam eden bir geleneğin ve okuma biçiminin de bir sonucudur. Asrı Saadet sonrası siyasal kaoslarla giderek sistematize edilen ve mezhebi kaygıların, sembollerin biçimlendirdiği bu gelenek, teo-sentrik ve literalist bir bakışı hâkim hale getirmiş, aykırı ve öze dair metodolojileri şiddet ve baskı kullanarak safdışı etmiştir. Hayatı ve olayları tanrı gözüyle anlama ve değerlendirme yöntemi, kendi insani ve ahlaki konumunu görememesine ve sonuçta yaptığı değerlendirmeleri de tanrı adına yapma yanılgısına yol açmıştır. Hakeza kullanılan ve lafzı aşamayan okuma metodolojisi, anlam ve duruma dair gerçekliği kavramanın önüne geçmiştir. İşte bu okuma biçimi ve refleksif dindarlık ahlaki yetilerden çok ‘düşman’ ve ona dair ne varsa “redd” ile karşı karşıya kaldığından, düşünme, sorgulama, analiz etme ve sahih olanı ikame etmekten çok bir karşıtlık temelinde biçimlenmiş ve hayatın gerçek sorunlarına karşı sahici ve makul çözümler üretmekten uzak kalmasına yol açmıştır.
Doğal olmayan ve gerçekten zorluklar içinde bir varolmanın çabası olarak ortaya çıkan İslamcılık serüveni, ma’mul ile münzel olanı tefrik edecek bir sorgulama ve metodoloji içerisine giremediğinden siyasallaşmış, hilafet merkezli bir dil ve düşünce dünyasının böylece kemikleşmesine, bugünkü aklın ve bugünkü sorunların algılanmasında da eksiklik ve kusurluluk marazına düşmesine sebep olmuştur. Kürtler ile ilgili olarak da bu teo-sentrik/tanrı-merkezci, literalist/lafızcı ve nakilci paradigma aynı tutumu takip etmiştir. Osmanlı döneminde saltanat-kurumsal hilafet odaklı bir algı olduğu için ‘sorun çıkaran’ Kürtler asi olarak değerlendirilmiş, hakkaniyet ve haklılık esaslı bakılmadığı için de suçlu bulunmuşlardır. Bu algı devlet eksenli geliştiği için de devrimci jargona sahip İslami kesimler tarafından da devletçi durmamak için aynı dil kullanılmamış, ancak bu suçluları da savunmamak için Kürt olgusu görmezden gelinmiştir.
1950’lere kadar imanı kurtarma ve Kur’an’ı hıfzetme sürecinden sonra biraz olsun kendi gerçekliğine bir anlam bulma arayışına giren Türkiye Müslümanlığı, bir süre sonra İslam dünyasının diğer parçalarındaki tecrübe, birikim ve aklı tercüme etmek suretiyle bir canlanma ve hareketlenme çabasına girmişlerdi. Aslında bunun kendi gerçeğinden kaçma, yerelden uzaklaşma, kendi dinamiklerini etkisiz kılma anlayışını taşımadığı söylenemez. Ancak hala sağcı-muhafazakâr ve devletçi reflekslerden kurtulamadıkları için, devlet aklı ile düşündüklerinden hala Kürt kelimesini bırakın telaffuz etmek, yapılan Kürt kıyımlarından bahsetmeyi akledemez bir konumda idiler. Tercüme faaliyetleri bilinçlenme ve arınma konusunda önemli işlevler görse de tercüme kimliklerin yerleşmesine de yol açmıştı. İran İnkılâbından sonra giderek hareketlenen süreç yaşanan darbe ile bir teo-politik yenilenmeye de yol açmış, Özal’lı yıllardan sonra biraz daha kendi mecrasını bulma yolunda aklıselim tutumlar göstermeye başladığı görünümünü vermişti. Ne var ki neredeyse ‘genetik’ raddeye varmış olduğu kuşkusunu uyandıran ‘Kürt Meselesi’ni sahiplenmeme, sloganik ‘adil şahitlik’ten bir türlü ‘adil aktör’lük aşamasına terfi edemedi ve orada kilitlenip kaldı.
Kürtler kadim tarihten beridir, oyalanmış, ümitlere hapsedilmiş, kandırılmış, hakikate ulaşmaması için zihinsel zehirlenmeler yaşatılmış ve yok sayıldıklarından, yaralı ruh ve incinmiş gururla bütünleşmiş hale gelmişlerdir. İmparatorluk aklının vesayet sahibi olmasından, hiçbir dönemde egemen aklı sahadan çekilmeye zorlayacak özgün bir düşünce sahibi olamamışlardır. Osmanlı imparatorluğu, belli bir dönem Kürtlerin kabileler, beylikler halinde yaşamalarına karışmazken, daha sonraki dönemde batıdan doğuya doğru gelen ulus-devlet siyasal bilincin endişe ve korkusuyla, Kürdistan coğrafyası üzerindeki otoritesini güçlendirme yoluna gitmiştir.
Osmanlı kurdurduğu Hamidiye Alaylarıyla, Kürtler üzerinde militarist otoritesini sağlamlaştırdıktan ve var olan dinamik gücü bu yolla imha etme girişimlerinden sonra, imparatorluk için tehlike arz eden diğer etnik ve bütün güç odaklarını bu alaylar eliyle imha etmeye çalışmıştır. Osmanlıya başkaldıran Kürt aşiretlerinin ve Ermenilerin imha edilmesi bu teopolitik imparatorluk anlayışıyla/misyonuyla gerçekleştirilmiştir. Karşılığında ise, tamamen kendi emirlerini icra eden isimden ibaret olan bir otonomi, mirlik, askeri yardım/teçhizat, aşiret ağalarına miralay rütbesi ve onların çocuklarının İstanbul askeri mekteplerindeki saltanat kültürüyle yetiştirilmesi veya devşirilmesi imkânları verilmiştir. Kürtlerin, kendi özlerinden, özelliklerinden koparılması projesi uzun bir sürece yayılmıştır. Hamidiye süvarilerinin kritik görevlere gönderilmesi, imparator düşmanlarıyla mücadelesi, sadece Kürdistan’la sınırlı tutulmamıştır; Balkanlardan, Yemen’e, Irak’a, Rusya’ya ve İran’a kadar bütün cephelerde korucu güç olarak kullanılmışlardır.
Cumhuriyetçiler de, Kürtlere durumlarının düzeltileceği, belli bir statüye tabi olacakları yolunda sözler vermiş, ancak daha sonraki dönemlerde imha konseptini devreye sokmuşlardır. Yasak ve şiddetli baskıların ardından, Kürt siyasal bilincinin ortak bir akıl etrafında şekillenmesini önlemek amacıyla yumuşama ve rahatlatma dönemine geçiş sürecinden siyasal bilincin yeniden varlık ispatına çalıştığını görmekteyiz. Ancak bu yapılırken bile, dönüştürme ve bir potada eritme siyasetlerinden vazgeçilmemiştir. İmha hareketinin Kürtlerin sosyal/siyasal ve kültürel yapılanmasında oluşturduğu derin yaraların travmaları bütün alanlarda etkisini göstermiştir. Kıyım ve imha konseptiyle Kürtleri tarihin sahnesinden silmek istediler. Ancak hiçbir ceberut uygulama, Kürt ulusunun gururunu incitmekten daha acı verici, yürek yakıcı olmamıştır.
İttihat ve terakki klasik geleneği mecrasında, ilerleme afsunuyla büyülenerek gerilemenin sürecini başlatan cumhuriyetçiler ayaklarının altını tamamen sağlamlaştırdıktan sonra, bu kez de kendileri için tehlike gördükleri Kürtlere yönelmişlerdi. Hazırladıkları projelerin içerisine çektikleri Kürtleri oyuna getirerek, toptan imha etmeye ve geri kalan zayıf birimleri de uzun sürece yaydıkları asimilasyonla eritmeye, ideoloji kamplaşmalarıyla parçalamaya çalıştılar. İmha edilmek istenenlerden geriye kalanlar, çaresiz olarak kendi düşmanlarına sığınmak zorunda kaldılar. İmha dehşetini yaşamış olanlar, CHP politikaları içerisinde yer almaya başladılar. Mahcup, kırılgan, çekingen ve yaralı bir yürekle barıştıkları düşmanına kendisini kabul ettirmek için özelliklerinden, değerlerinden olduğunca uzaklaşmaya çalıştılar. Böylesi sanal bir sükunet ve rahatlama devresine girildi. Ancak görünen sükunetin altında trajedilerin saklı olduğunu hiç kimse onlar kadar bilmiyordu.
Kürtler, ceberut yöntemlerle sindirilirken, Müslümanlar da Osmanlıdan alınan intikam neticesinde sosyal alandan uzaklaştırıldılar. Devletin bekasını, jön Türklerin dindarlık sosuna bolanmış ilk Türk-İslam sentezini savunan MHP ile moderniteyi, ilericiliği, aydınlanmayı ülkeye taşıma iddiasında olan CHP rekabet içerisinde varlıklarını korumaya çalışırken kendi politikalarını da topluma empoze ediyorlardı. Kürtler, ağır bir darbe almış düşmanının gölgesine sığınmayı kurtuluş olarak görürken, İslamcılık da kadim ideolojik ritüellerini koruyabilmelerine imkan oluşturan milliyetçi sağcı cephenin gölgesinde misyonlarını olabildiğince niteliksizleştirdiler. İslamcıların tacizlere karşı direnemeyen politik kurgusu, sosyal süreç içerisindeki gelişmeler karşısında giderek mevzi kaybettiğinin, ortaya çıkan gerçeklerin de onları ağır bir sorumluluk altında ezmeye doğru geliştiğinin farkında bile olmadılar. Arada önemli bir fark vardı, Kürtler hiçbir şekilde devletin aklına teslim olmak istemediler. Muhafazakârlar ise, Osmanlıyı sahiplenme geleneğinden gelen reflekslerle devletin aklının kendi akıllarına nüfuz etmesine izin verdiler. İslamcılık ideolojisiyle şekillenen yorumsuz/birebir/literalist dindarlık biçimi, bütün hayatiyetini devlete ve devlet dolayımı ile de varolan statükoya borçludur.
Genel anlamıyla İslamcılık, devletçi, sağcı, muhafazakar, milliyetçi/milli iradeci olurken, bunun dışındaki Kürtler de Sovyetlerin halklara özgürlük teranesinin, enternasyonal masalların büyüsüne kapılarak solcu/muhalif alternatif tercihlere yöneldiler. Herşeye rağmen, cumhuriyeti Osmanlının devamı olarak görenler “sultan zalim bile olsa, karşı çıkılmaz” aklıyla hareket ederek devletin sosyal hayattaki simetrik tamamlayıcısı olarak anonim bir kültürle uzlaşma yolunu tercih ettiler. Çıkan Kürt ayaklanmalarında devletten yana tavır koyanların düşüncesi de bu doğrultudaydı. Gerçi cumhuriyeti kuranlar da imparatorluk aklından, sisteminden, kurumlaştırdığı yapısından kopmuş değillerdi, düşünme metodolojisiyle sadece belirli düzeltme ve ıslahatlarla ülkeyi daha medeni devletler seviyesine ulaştırabileceklerini hesaplıyorlardı. Cumhuriyet sonrası İslamcı ideoloji sosyal sorunlar konusundaki düşüncelerini net bir şekilde ortaya koyamadı, dağınık ve formüle olmamış çözüm önerileri hiçbir dönemde devamlılık da, samimiyet ve güven de arz etmedi. İlk başlarda, şekilcilik sembolleriyle kavga ederek varlık ispatına çalışmaları da böyle bir tercih yaptıklarını simgeler. Sonralarda ise, komünistlerin ülkeyi yabancıların işgaline hazırladığı paranoyası ve refleksiyle, jön Türk anadamarının başlatmış olduğu İslamcılık misyonunu yeniden canlandırma alanında, teopolitik diyalektiğini formüle ederek yeni bir süreç başlattı. Osmanlının kaybetmiş olduğu toprakları yeniden fethetme objelerini taşıyan Büyük Doğu hayali ile Kızıl Elma tezinin, semboller ve savunulan objeler açısından farklılıklarının olduğu varsayılsa da, aralarında bir çatışma olduğu vehmini yaratan görüntünün arkaplanında aynı endişe ve düşüncelerin yattığını söylemek abartı olmasa gerek. Bundan dolayı da çoğu zaman ayni siyasi ve savunmacı kulvarda bir araya geliniyordu. Milliyetçilerin, bazı kavramlara, isimlere, kurumlara ve kelimelere yüklediği büyülü, sorgulanmaz, tartışılmaz ve değiştirilemez mana ile resmi milli dindarlığın kendi kavram, kurum, alışkanlık ve sembollerine yüklediği mana, özünde aynı şeydir. An içerisinde bu tezin doğrulandığını söylemek lazım. Milliyetçi cephede böyle bir endişeyi görmek mümkündür. Oluşturulan ortak akılda, her kesim kendi retoriklerine başvurup meşrulaştırıcı argümanlarını öncelemiştir. İslamcı ideoloji hiçbir şekilde milliyetçilik/milli iradecilik sınıfını atlayamadı ve dolayısıyla özgüvenini formüle edememenin, toplumda bir karşılık bulamamanın ruhsal depremleri arasında sıkışıp kaldı.
Kimi kısır veya marjinal kalmış köklü bakış açıları ise, bu milliyetçi cephenin sisleri arasında kayboldu, mesajını istenilen seviyede insanlara ulaştıramadı. Halktan kopuk olan ve halkın sorunlarına çözüm üretmekte, kendi gerçeğiyle yüzleşmekte sürekli olarak çuvallayan bu bakış tarzı, kesintiye uğramayan bir yapıyı inşa edemedi. Bunun da ötesinde, hiçbir şekilde kutsal devlet savunması ve mantığından kendisini kurtaramadı. Hayata, sosyal olaylara bakışında hep bu mantık hâkim oldu. Muhafazakârlık, milliyetçilik, milli dindarlık, Milli İradecilik ve bunların gölgesinde kalan pusulasını yitirmiş İslamcılık ideolojisi, kutsal devlet mantığına sarılmayı hiçbir dönem, kendisinden uzaklaştıramadı. Dolayısıyla devlet ve halk ayrımında, her zaman devletin gölgesinde/yanında yer aldı. Hal böyle olunca da “Kürtler Üzerine Şekillendirilen Sorunda” kendisinden beklenen eforu, vizyonu, performansı gösteremedi ve genel anlamıyla hakikatti ıskaladı ve sınıfta kaldı.
Siyasal Kürt bilincinin yükselen etkisiyle birlikte, halkın bu alana çekilmesi için yeni bir süreç başladığında, Müslüman Kürtlerin zihinleri, soruna müdahil olma açışından gelişen manevralar karşısında politika belirleme kabiliyetini gösteremedi ve duruşları net olmadı. Pratikte görüldüğü gibi çoğu zaman bu siyasal bilinçlenmenin önünde bir set olarak durma çabası sergilenerek, tarihi yanılgı canlı tutmuştur. Bir taraftan şiddet yöntemiyle bu kutsal devlet savunusu yapılırken, diğer taraftan zihinler bulandırılarak, taleplerinin gerçeğine yakın duranlar suçlanarak veya ortaya konan çözümler yozlaştırılarak, karşı dirence ruh verildi.
Hakikatin kenarından bile geçmeyen ve hayata dair projelerinde sürekli çuvallamayı da kendisiyle birlikte inşa eden ütopyalar üzerinden inşa edilen paradigmanın, çöküşünü ibretle, içimiz yanarak seyrediyoruz. Giderek politikleşen, iktidar ve sermaye çevresinde kümeleşen muhafazakarlığın her geçen gün ulusalcılık kulvarlarına, küllüklerine savrulması yüreğimizi acıtıyor. Özal ile birlikte başlayan dünyevileşme, iktidar sarhoşluğu ve zehirlenmesiyle cemaatlerin en stabil noktaya çekilmelerine ve dinamizmlerini yitirmelerine vesile oldu. Özellikle, iki seçimden sonra, boyutları henüz muamma olan silahlı kalkışmanın hemen ardından, bir ay boyunca ellerinde bayraklarla sabahlara kadar meydanlarda tamtam dansları eşliğinde “Ölürüm Türkiye’m!” teraneleri çığırtanlar, İslam devleti gibi bir dertlerinin olmadığını ve rahatlıkla sistemin içinde dönüşebileceklerini, var olanla yetinebileceklerini gösterdiler. Ahlak, ıslah, ihya, gönül devleti ve sistem içi araçları kullanmaktan bahseden bu kesim, teopolitik kulvarlarda, işporta tezgahlarına düşen yitik, silik kişiliklere dönüştüler. Devlet aklıyla hareket eden bu dejenere olmuş topluluk, referandumdaki performanslarıyla nasıl bir buhranı inşa ettiklerini ve geçmişte savunduklarını nasıl tekzip ettiklerini, bütün değerlerini iktidar ve sermaye kulvarında nasıl öğüttükleri de gösterecek. Trajedinin ne kadar ciddi olduğunu anlatmaya gerek yok. Kendisiyle yüzleşmeyi, muhasebeyi sağlayacak düşünce üretenlerine sahip olmayan bu sürecin, iç hesaplaşmayı başlatacak aktörlerinin de olmadığını söylemek gerek. Artık sözün bittiği yerdeyiz. Bu yeniden doğuşu mümkün kılar mı bilinmez, ancak bir iç hesaplaşma, yüzleşme yaşanmadıkça hakikat ıskalanmaya devam edilecek. İçine girilen bu cendereyle, savunulan ilkelerin egemenlerin potasında erimesini ve savrulmanın daha da perçinlenmesini kendisiyle birlikte inşa edeceğini de söylemek gerekir.
Average Rating